29 Aralık 2009 Salı

Random Words




Merhaba yeniden, ben geldim. Yine bir şeyler yazacağım ve okusunlar diye bu yazıyı facebook'a aktardıktan sonra (ki bunu bile otomatik yapıyor blogger, o denli üşengecim.) okusunlar diye insanları bu yazıya etiket edeceğim. Edeceğim ki okusunlar, okunmuşluğu olsun yazının diye. Facebook hesabı olmayan insanlar için üzgünüm, kusura bakmayın.


Farmville oynamayı bıraktığımdan bu yana bir boşluk oluştu gitti, internette yapacak bir şey bulamaz oldum. İnsanlara;
"Bırakın olm artık oynamayı." dememe rağmen, insanları sardı ki vazgeçilmezlerden biri oldu. Şaşırtıcı bir şekilde, değişken yapısıyla insanlara kendisini oynattı. Kararlığı ve başarısından dolayı takdir ettim Farmville'i yapanlardan... İtiraf etmeliyim ki, kendi tarlamı, tapanımı bir kenara atalı çok olsa bile bazen kaçak kaçak, kız kardeşimin tarlasını düzenliyorum. Görselcisi benim kendisinin... Başarılı da üstelik oyunda. Para biriktirmek konusunda ise benden daha yetenekli, yakında Villa alacağız kısmetse.

Milletin notlarına etiket olduğumda seviniyorum aslında. Her ne kadar çoğu zaman benim adım geçmese bile, hatırlanmış olmak insanı mutlu ediyor, tatmin ediyor, köşelendiriyor vesselam.
Bknz: Hazar'ın notları... Hele ki, biri sırf senin için bir not yazmışsa, öf öf öf.. Bknz: Tufan'ın notları... Bununla birlikte yine o milletin eklediği Wall Photos'ta taglenmişsem de aynı hissiyat içerisine giriyorum. Bknz: Murad'ın resimleri...

Yalnızca maaş günlerinde mutlu olduğum bir işte çalışıyorum. Aslında, işimi başarılı bir şekilde yerine getirdiğim zamanlarda mutlu oluyorum ama iş çıkışı; "Yarın yine gideceğim lan." diyerek tüm o paydosun tadını kaçırıyorum, kendi hevesimi baltalıyorum, piç ediyorum. Üstüne üstlük, iyi gitmeyen hava şartlarına doğru orantılı olarak bozulan işler sebebi ile yeni yıla işsiz girme ihtimalimi düşünmüyor da değilim.

İş konusunda yazacak çok fazla şey olmasına rağmen, bazı şeyleri dillendirmemek gerek derim. Zaten, iş yerinde sevdiğim, değer verdiğim iki kişi var ki, o kişilerden biri de Sensei'mdir. Zaten işten ayrılırsam da, bana koyacak tek şey kendisinin sohbetinden mahrum kalmaktır.

Ek: Bu bir yalakalık, yağlama, dillenme veyahut ne derseniz işte. "Değildir." Kendisi de böyle bir şey olmayacağını bilmektedir. xD

Gel gelelim, maaş günlerine. Pek güzel günler onlar ey dost. Maaşı aldığınız anda, gördüğünüz bir elektronik eşyayı, kitabı veyahut bambaşka bir şeyi edinme dürtüsünü bastıramazsınız. Maaşı almışsınızdır ve o parayı henüz sıcaktır. Çoktur, sonrasında az yerim ama olsun dersiniz. İşte o zaman ay sonunda beş parasız kalmak ne demektir görürsünüz. Yine de uslanmayacağım sanırım, çünkü bu maaşı aldığımda da gidip bir şeyler alacağım. Durmaksızın... Umarsızca... Fütursuzca... Alışveriş çılgınlığına kapılıp, gözümü açtığımda Noel Baba'nın hediye çuvalı kadar özgüvene sahip olacağım.


Biliniz ki; Bir alışveriş merkezinden, yeni bir elektronik eşya, yeni bir elbise, yeni bir kitap değil. Yalnızca ve yalnızca; Özgüven satın alırsınız. Bu bir
'gerçektir.'

Akşamlarım çok boş geçiyor. İş çıkışında eve gidene kadar geçirdiğim süre belki de en az sıkıntı veren süre diyebilirim. Yolda yürürken önüne değil de, yere bakıp hayal kuran tiplerdenim. O sebeple, eve ne kadar sürede geldiğim hakkında bir fikrim yok. Olmasında zaten...

Forumlar, yorumlar, okunması gereken bloglar derken. Zaten geceyi getiriyorum lakin işte o süredir ki, tüm o yazıların okunduğu süre... Bazen vakit kaybı gibi geliyor. Lakin, bu işlemlerin dışında bir aktiviteye giriştiğim takdirde, kum adam çok pis gelerek gözlerime kum serpiyor. Sonra bir bakmışsın ki, mağazanın girişindesin içeriye adım atıp gün boyu sırıtıyorsun.


İnsanları daha az garipsemeye başladım. Belki de bir müddetten sonra sikilen, evet sikilen, beyin hücrelerim yüzündendir ama o kadar çok insanla uğraşmaktan artık gerzekçe espriler, davranış bozuklukları sergilemeye başladım. Elimdeki elbise askısını, önümde duran genç bir kızın kafasında parçalamak, nebleyim
(böyle bi oku hele bak çok güzel telaffuzu oluyor.) beeeyle (bunu da öyle oku. Ama en ortadaki e'yi vurgula.) bi garip oluyorum ben. Yok hayır piskopat değilim lakin iyi dinlememekte kararlı gibiyim. Yok abicim ne yapayım, eğer iyi dinlenirsem tüm sosyalliğimi bir dirhem etkinliğimi piç ediyorum. Zaten, günde 8 saatten fazla uyuyan insan eşşektir demiyorlar mı? E bizde uyguluyoruz işte. Hem artık kendi kendime kalkmayı öğrenmeye başladım ben...

Şöyle bir düşündüm son olarak, 'Yazmayı unuttuğum bir şey var mı ?' Diye.. Sonra farkettim ki, Blog benim anasını satiim... Yazar yazar dururum kendim kendime. Neyse hadi, kapatayım da çok yazmasın...


Ne olacağını senden önce gördüm!
Aptal sayılmam!!!
/ CP dinleyin, dinletin.

24 Aralık 2009 Perşembe

Mr. Necktie





Hayatta tek sevdiğim şey kravatım. Çünkü; Hayatımda düzgün olan, bozulmayan tek şey o. Bozmamak için her akşam eve geldiğim de ya da her sabah işe giderken, yorgunluk ya da mahmurluğu umursamadan en kötü şartlarda bile sadece kravatımı düzgün takıyorum.


Tüm o özgür olmak için yapmadıklarını bırakmayan insanların aksine, 'yular' dedikleri kravatı takmayı seviyorum. İyi hissetmemi sağlıyor, boynuma sardığım alâlade bir bez parçası olmasına rağmen düzgünlüğü ile iyi hissetmemi sağlıyor...


Tüm bu yazıyı, bozmaya kıyamadığım bir kravata ayırmadım elbette. Sizlere, iyi gitmeyen milyonlarca olayı, durumu, şeyi, duyguyu anlatabilirdim ama fazlasıyla yorgunum. Kendimi hazır olmak için o kadar sıktım ki, kas gevşeticiler bile yetersiz kalıyor beni çözmek için...

Resimlere bakıyorum, bu kaskatı halimle daha iyi zamanlarını gördüğümde, yalnızca dudaklarımın kenarları hafifçe kıpırdayabiliyor. O basit ve küçük mutluluğumu gözlerimden okuyabilirdiniz. Bilgisayar ekranının yerinde olsaydınız eğer...

İnsan yalnızca böyle ufak mutluluklar ve biraz kahve ile birlikte içilen sigara ile ayakta kalıyor yangın merdivenleri ve apartman boşluklarıyla dolu dünyada. Her geçen gün, ayaklarıma bir yenisi çakılan çivilerin sayısını unutalı çok oldu ama artık böyle ağdalı cümleler kuramayacak kadar da yorgun ve uykusuzum.


Gözlerim kapanırken, aklımdan tek geçen şey, yazının yeterince iyi olması. O kadar şartlandım ki artık yaptığım işin iyi olmasına, artık nasıl yaşadığımı bilmiyorum. Yalnızca, yaptığım işi iyi bir şekilde yapmalıyım diye düşünüyorum. Yalnızca maaş günlerinde mutlu oluyor, yaptığım harcamalarda kusurlar arıyorum... Pişman oluyorum...

Her neyse, bir süre böyle kalsın.

Kahveyi bile saat yönünde karıştırırken
Kravatını düzeltirsin emrini yudumlarken
Ve yaşarsın, yaşadığını sanırsın
Tamam böyle kalsın...

15 Aralık 2009 Salı

Mesafeli Olasılık Kızları

Sözüm size...

Beni biliyorsunuz. İşte tüm bu blog'tan, facebook'tan ya da hayat gibi başka yerlerden... Biliyorsunuz ya, yıllardır ilişki durumu "İlişkisi yok" bir insan olarak elbette kendimce platoniklerim vardır...

Hatta, sevdiğim o platonikler hepinizsiniz...
Hepinizi seviyorum ama söyleyemiyorum ben.
Her biriniz o kadar güzel, o kadar istediğim gibisiniz ki seçemiyorum ben.
İşte ben öyle...
Ben, Ceren'in gazıyla.. (çok içten yanmalı)
Ben Dila'nın aşkıyla.. (çok tercih belirten)
Ben, yalnızlığın kamçısıyla.. (çok hırpani oldu lan.)
Ben öylesine işte.. (çok umarsız)
Ben işte.. (çok boş)
Ben.. (çok tekil şahıs)

Çift olamadım anasını satayım...

Boşver giden gitsin…
Sen, bana hala meleksin güzel
Aşk böyledir hep biter,
Sen seversen adam gider.
Tut elimi, unutursun belki…
Gel öp, beni seversin belki…


Dipnot: Başlık için Cerenime en derinden çıkardığım kumlar gibi teşekkürler...

14 Aralık 2009 Pazartesi

Dear ...

Ben bugün binlerce insanın altında düzülürken, bir hikaye düşündüm, hayal ettim sizin için. Sonra da düzülmeye devam ettim. Tam rahata çıktım derken, en büyüğünü, en yakınımdan yedim.

Bu kez hikaye değil, not yazmayı düşündüm. Bu kez namluyu kendi ağzıma sokmayı düşündüm. Bu kez tetiği kendime çekmeyi düşündüm.

Dear Mother
Dear Father
What Is this Hell You Have Put Me Through

10 Aralık 2009 Perşembe

Chinese Sleep Chant and Fool's Pray

Kulaklarımdan akar oldu Coldplay ezgileri... Kusuyorum sağa sola notalarını, sesim Chris Martin gibi çıkmaya başladı. Elimde hayali bir çekiç, hayali duvarlara vuruyorum. Aşk doluyorum, seni göremesem de, o melodilerle boş yere dans ediyorum.

Nasıl olduğunu sorma bana. Öyle bir şey ki, tanrıya bağlı iplerimle bir kukla gibi kalabalık sokaklarda yürürken, öylesine bilemiyorum ki neler yapacağımı artık çıldırmak üzereyim. Gerçekten birini sevebilmeyi istemiyorum aslında, ki bu sen olsan bile, (ki aslında seninde kim olduğunu bilmiyorum) istediğim tek bir şey var o da bir şeylerin, birilerinin artık hayatımı çekip çevirmesine izin vermek...

Bu bir dost, bir arkadaş, bir sevgili, tanrı, şeytan, insan ya da küçük sevimli bir hayvan...

Ne olduğunun bir önemi yok ama artık her gün kendimi yatağa attığımda, yarın neler yapacağımı bilemeden, her gün eve geldiğimde yarım bırakacağım bir başka yazı istemiyorum. Tadına varamadan sayfalarını kapatmak zorunda kalacağım bir kitap ya da bir kaç bölüm izledikten sonra uyuklayacağım bir anime istemiyorum.

Bana biraz zorluk yarat, öyle bir zorluk ki Tanrım. Bu o sevimli, minik engellerinden biri olsun. Yıllardır etrafımda olmayan, maddiyata bağlı olmayan, hiç yanıma yaklaşmayan bir sevgili belki de... Kim olduğunun ne önemi var diyeceğim ama hiç tanımadığım ve tanımaya başlayacağım birileri olursa hiç fena olmaz.

Biliyorum, çok şey istiyorum Tanrım ama istemeye başladım bile, yıllardır yaptığım gibi yalnızca istemeye başladım. Ama uzun süredir böyle bir şey istemiyordum biliyorsun, hep aynı yerlerdeydi aklım, bu kez farklı diyorum ama belki de Coldplay gazıdır ne dersin? Ama gerçekten ilk defa, sevimli kelimesini bir yazımda çok fazla kez kullandım. Demek ki, gereğinden fazla şirinleşmeye başladım.

Eğer bana bir sevgili verirsen, kim bilir belki bende bir gün romantik komedi filmlerini sıkılarak değil de, yüzümde bir tebessümle izleyebilirim. Ya da insanlar gibi telefonumun tuşlarını mesaj yazarak aşındırabilirim. Kontöre gereğinden fazla para bağlayıp operatörleri zengin edebilirim...

Ah Tanrım, güzel tanrım.
Belki ufak tefek renkli gözlü...
Belki de uzun boylu ve esmer...
Ama hep zayıf, hep minik, hep sevimli...
Sevimli bir sevgili ile ödüllendirirsin,
Belki beni...
Eline çamuru alıp, ovup,
Belki yeni bir havva yaratırsın,
Ve benim için,
İçine bolca sevgi doldurursun.
Bir miktar kıskançlık,
Bir miktar hüzün,
Bir parça da kızgınlık...
Belki bana bir sevgili gönderirsin,
İstediğim gibi...

Not: Tanrım ama gerçekten istediğim gibi olsun. =)

If you’d only, if you’d only say “Yes”
Whether you will’s anybody’s guess
God, only God knows she won’t let me rest
But I’m just so tired of this loneliness
I’ve become so tired of this loneliness

8 Aralık 2009 Salı

365 Adetten Tek Çıkan Defolu Gün

Bazen 'Vay be .mna koyim' diyorum işte böyle. Farkedemiyorum geçip gidenleri, takılı kalıyorum. Aylak aylak gezdiğiniz dönemlerde, zaten aylaksınızdır. O zaman önemsemiyorsunuz, çünkü yarın da aynı olacağı için kasmanıza gerek kalmıyor.

Lakin, yarın işe gideceğinizi bilince, işte o zaman boş geçen bi günde neler yapacağını bilemeden oturmak vardır ya... İşte o anaya, avrada küfürden beterdir o...

Sabah erken kalkıp, yapman gereken evraksal işleri erkenden yapmış ve tekrar eve dönmüşsündür. Sonra oturup, şunu mu yapayım ki, derken kendince bir şeye karar verirsin ama bazı engeller vardır, aşmak yerine küfretmeyi tercih edersin. Sonra küfretmekle geçer bütün günün...

Bazen kötü hava şartları, bazen geri bildirim yapmayan arkadaşlar, bazen ailevi meseleler... Neyse işte farketmez. Sonuç olarak yapamazsın ama bilirsin ki, hiç kimsenin suçu yok... O gün yalan olmaya mahkumdur aslında ama sen kurtarmaya çalıştıkça, bataklık gibi daha da beter olursun, batarsın dibine...

İşte bir gün daha piç oldu ömrümde.
Evet, rahat olsam şimdi derdim, çok mu şeyimde diye..
Ama diyemiyorum ey dost,
Diyemiyorum bir günüm daha gitti diye.
Sarınsam yatsam battaniyeye,
Hayal kursam, düşünsem yine,
Dua etsem belki diye..
Uyusam ki, uyuyunca
Yarın cennet olur mu ki...

Adımı değiştirdim,
Yine de terkedilen..
Görülecek yerler var..
Bırakılıp gidilen...
Bilmiyorsun!Bilmiyorsun!Bilmiyorsun!
Söylenecek şey mi bu!?
Ya korkulan olursa!?
Yapılacak şey mi bu!?
Yanına kâr kalırsa!?
Bilmiyorsun! Bilmiyorsun!Bilmiyorsun!

1 Aralık 2009 Salı

25.17

Ezekiel 25.17

Erdemli adamın yolu, bencillerin insafsızlıkları ve kötü insanların zulmü ile sarmalanmıştır. Ancak merhamet ve iyi niyet adına, karanlıklar vadii'ni zayıf olana rehberlik eden kişi kutsanmıştır. Çünkü, kardeşinin gerçek hamisi ve kayıp çocukların kurtarıcısıdır o. Kardeşlerimi zehirlemeye ve yok etmeye kalkışanlardan intikamımı mutlaka alacak ve onları büyük bir öfke ve güç ile vuracağım. Ve senden intikam almaya geldiğimde, adımın Tanrı olduğunu anlayacaksın.

27 Kasım 2009 Cuma

Cehennem?

Onlarla ilgili hiçbir şey yazmak istemiyorken, kendimi yazmak zorunda hissediyor olmam can sıkıcı, biliyorum. Yazarak rahatlayan insanlar beni anlayacaktır.

Onlar'dan önce bir şeyleri "yapmak zorunda olduğun için yapmanın" ne kadar acı verici olduğundan bahsetmeli miyim, bilmiyorum. Buna en güzel örnek ders çalışmaktır. Elbette, dersten kaçış vardır. Oysa, bundan kaçış yok. Ve katlanmak zorunda olduğunuz her saniye, etinize yeni bir iğne batırılıyor gibi.

Biliyorum... Bunu yaşayanlar, hissedenler ve bilenler var.

Bir parfüm şişesi büyüklüğündeki dünyalarında, hayatlarındaki önemli tek şey satın aldıkları yeni 'şeyler' olan insanların arasında bulunmanın verdiği sıkıcılık beni öldürüyor. Kendimi işkence içinde hissediyorum. Muhattap olduğum o insanlar, her biri farklı bir işkence aleti. Sahte samimiyet ve kibarlıklarıyla, her birini başından vurmak isterdim... Ayrım göstermeksizin üstelik... Bam! Bam! Bam!

O küçük dünyalarındaki büyük kişinin ve önlerindeki amaçlar, küçük bir çocuğun istekleri kadar. Bir avuç dolusu şeker gibi ve ya bir bardak kola ya da başka şeyler...

Her biri birer fahişe, birer ibne, birer pezevenk.. Her biri. Her biri ölmeyi fazlasıyla hakediyor, her biri sahte gülümsemesiyle bir şeytanı andırıyor. Ama hayır, şeytanların bile prensipleri olduğunu düşünüyorum. En azından, bu kadar kaypak olamayacak kadar düzenlilerdir. Tiksindirici değil, nefret edilesi olduklarını düşünüyorum ama mide bulandırıcı insanlar kadar değildirler eminim.

Yazı onlar yüzünden karışmaya başlıyor, beynim daha fazlasını düşünmemek için gözlerimi kapatıyor. Beni durdurmak ve ağzımdan daha fazla kötü sözü yazdırmamak için, uykum geliyor, esniyorum.

Yine yarın olacak ve yine..
Ve yine o iğrenç yaratıkların yanında olacağım.
Ve yine o iğrenç yaratıklarla bir gün geçireceğim.
Ve yine o cehennemden çıkıp hücreme dönecek.
Ve yine o cehenneme gideceğim.
Ve hayat böyle devam edecek.
Cehennemin monotonluk olduğunu,
Yaşayarak öğrendim.

Oh, poor twisted me...

21 Kasım 2009 Cumartesi

Survival Plan

Hayatta kalmaktan öteye geçmek için yapılacaklar listesi. Hayatta kalmak yetmiyormuş gibi bir de yaşamaya çalışmak için plan yapacağım. Listeleyeceğim, bakarsanız eğer yardımcı olabilirsiniz.

Lütfen, çekinmeyin.

  1. Bu kurallara uymak zorundasın.
  2. 1. ve 2. madde değiştirilemez.
  3. Demiradam kadar sağlam, Nick Naylor kadar iş bilir, Travis Bickle kadar umarsız, Arsen Lupen kadar karizmatiksin. Kısacası 'yapabilirsin.'
  4. Çevrene aldırış etme, işini yap, dik dur, saygıyla eğil, sevgiyle sarıl, kurnazca baş kaldır.
  5. Maaşı aldıktan sonra, gördüğün o yazıcı/tarayıcı setini al. Hatta, direk koş...
  6. Çin restoranına git.
  7. Sinemaya uğramayı ihmal etme.
  8. Kız arkadaş edinmene gerek yok, çevrende bi ton karı kız var zaten. Akarı yok, kokarı yok böyle devam.
  9. Metu parasını unutma, Ankara'ya yolculuk için fırsat kolla. Bulursan, anında değerlendir.
  10. Manyaklaşma...
  11. Elite'ları bitirmek için hala zamanın var, 3. tanıtım kitapçığı için insanlar senden bir şeyler bekliyor. Ninja Burger'ı unutma... Tanıt... Ama önce oku öğren.
  12. Mutants&Masterminds'ı bastıracaksın, spiral cilt yerine zımbalatıp dosyalattır. Spiral sucks...
  13. SW Gmscreen'ini bastır. Ön tarafa ayar çekilmesi kaydı ile...
  14. Haftasonlarını Tribu'da değerlendir.
  15. Tufan'ın oyununda istikrarlı bir gelişme göster. Boşlama, Tufan'ı da boşlatma.
  16. Emre'ye ulaş. (İşte böyle.)
  17. Ceren'e mesaj at. Öldü galiba ders çalışmaktan?
  18. Dila'yı ara, konuşmayı yarıda böldüğün için özür dile. Şirinlik yap. İltifat et...
  19. Hazar'ın Biladerleri adlı ekibi kur, Hazar'ı grubun başına getir. Günlük grubunun ihalelerini elinden al. (OHa)
  20. Yirmi tane oldu galiba. Neyse yat...
Bi de; Satisfaction YEA!

14 Kasım 2009 Cumartesi

İşaretlenmemiş Takvim Günleri

Selam Okuyucu, evet bu sizsiniz. Daha önceden okumuş olsanız da, olmasanız da...

Uzun geçen zaman boyunca ne yaptığımı anlatmayacağım, çokta önemli değil zaten. Kaçınız benim özel hayatımı öğrenmeye geliyor ki buraya? Hiç biriniz. Tabi yazdığım herşey, özel hayatımla ilgili ama bu yazılanlar genelde ortak noktalar. Ben birine sövdüğümde, ağzına sağlık diyebiliyorsunuz bazen.

Söze; yaklaşık 10 yıldır müşterisi olduğum Turkcell'e sövmekle başlamayı planladım. Fakat, sonradan bana yakışmayacağını düşündüm. Gerizekalı tarife sistemi ile insanı nasıl da boğmayı biliyor. Bir de utanmadan, aradaki bu 10 yıllık geçmişi kullanarak, üzülen surat ifadesi ile bana; "Siz bu 300 Sms tarifesinden yararlanamazsınız." Diyor... E ben 2 yıldır Avea kullanıyorum, adam bana 500 sms veriyor. Müşteri kaybettiniz...

Neyse efendim işte, böyle madde madde yazacağım. Bu da bir madde aslında, böyle şeyleri yapmayı sevdiğimden mi, yoksa zorla bir şeyler yazayım da okuyan bir kaç avuç insana hayatta olduğumu göstereyim diye mi yazdım bilemiyorum. Yazıyorum işte, hatta bu paragrafın hiç bi amacı yok diyebilirim. Sırf kalabalık olsun diye araya kaynattım ama bi açıklama içeriği var sonuçta değil mi?

Aradan geçen bu sürede, yazmayı düşündüğüm çok şey oldu. Ben genelde yürürken yolda, araçla yolculukta, geceleri boş oturup sıkılıyorken ya da tuvalette yapmam gerekenleri yapıyorken yazacak çok fazla şey düşünürüm. İşte böyle çok fazla yazı geldi aklıma ama heyhat, yalan oldu hepsi.

İnsanların zorunluluktan bir arada bulunduğu mekanlarda, nasıl da bütün günlerini çiçek çocuk gibi sürekli gülümseyerek geçirdiğini farkettim. Garipsedim, her geçen gün yeni insanlar görüyorum. Bu beni sevindiriyor doğrusu, adapte olmaya çalışırken takıldığım bir Quest'i tekrar tekrar çözmeye çalışıyormuşum gibi hissediyorum.

Supermassive Blackhole'u dinlerken, abuk subuk hareketlerle dans figürleri yaratmaya çalışan ve de incecik bir ses tonu ile şarkıya eşlik eden tek kişi benmişim. Bunu da farkettim, diğer bir çok şeyi gözleri yeni açılan bir bebeğin dikkati ile farkettiğim gibi...

İşte o çiçek çocuk insanlarının arasında güzel insanlarda var. Onlara selam buradan ama görmeyeceklerdir sanırım tüm bu yazıları. Görmesinler zaten, anlamı olmazdı o zaman. Bu yüzden seviyorum, yoldan geçerken gülümseyerek dünyayı seyreden insanlara gönderdiğim selamları. Tekrar selam sizlere!

Manowar'ın Türkçe şarkısını dinlemek nasip olmadı hâla. Oğuzhan'ım gönderdi fekhat bir türlü indiremedim. 'Tits' olarak kısaltılmış Manowar albümünü. Bu albüm adı kısaltması sizce de bir tesadüf mü ? Bilmiyorum ve bilmediğim gibi korkuyorum da...

Facebook da şenlendi ben iki yazı yazınca, oysa Blog var ya mis gibi işte. Tertemiz gidiyor yazılar, Google Chrome'la anlaşmaya çalışınca. Word'lük taslamaya başladı bu da, kelimeleri düzeltmeye çalışması felan. Kendi adını yazdığımda bile altını çiziyor. Tamam bizde dilimiz güzel kullanılsın istiyoruz ama fanatikliğin, holiganlığın, sapkınlığın alemi yok. Kısaltma denen bi' şey var dimi. (Bak işte "Bi" )

Tıkandım bu maddede ve bu maddeyi yalnızca,
'bundan sonra ne yazarım acaba?' diye düşünmek için yazıyorum. Aslında tüm bunları düşünmenin getirdiği konsantrasyon bozukluğunu hesaba katarsak eğer, bütün tuşlara umarsızca basarak gözlerimi kapatıp, yalnızca düşünmeyi seçebilirdim ama gözlerinizi zorlamak istemedim.

Kendi çapında fast food dükkanı açarak, hazırladığı menülerde "King" vs gibi yurdum mamüllerini marjinalleştiren türk işletmecisini destekliyorum. Ucuz olduğu gibi hoş bir tad bırakıyor ağzınızda. King Sosisli
'Hassktr lan o ne?' dedirtebilir fakat tadı oldukça hoş. Ee, iki menü sekizyetmişbeş... Yurdumun Tostçusu, Hamburgercisi ne yapsın ey dost...

Repe yapamıyor olmanın getirdiği burukluk var üzerimde. Bir süre, arka arkaya oynanan oyunlar, uzun süren oyunsuz dönemlerin ardından "Vurgun" etkisi yaratmış olmalı ki, tamamen ölü sayılırım repesel açıdan. Zara, kitaba, kaleme ve kağıda dokunamadım.

Pazar günleri dahi çalışıyorum, hafta içi izinleri çok skindirik oluyor kabul ediyorum ama her gün izinli olmaktansa, çalışmak daha iyi. Ayrıca, izinli olduğum günlerde saat 1-2 civarlarında uyanınca, bir araba dolusu eli haydarlı adamdan dayak yemiş gibi oluyor insan. Çalışmak, çalışmak, çalışmak... Rahat uyu Sagıp Ağa..

Neyse, yazdık, çizdik, andık, ettik, yedik, içtik... Bu kadarı kâfi.. Bende yatayım artık. Facebook'a da düşer bunlar. Yup...

Savndtireki; Muse - Supermassive Black Hole

11 Kasım 2009 Çarşamba

44 Caliber Love Letter




Aşamayacağım bir problem olduğunu düşünüyordum. Oysa tahminlerimden yola çıkarak bu problemi de sonunda hallettim.


Artık buradayım...

yavascita.blogspot.com
Buradayım...

Buradayım..

Buradayım..

Buradayım..

Buradayım..

Buradayım..

Buradayım..

Buradayım..

Buradayım..

Buradayı..

Buraday..

Burada..

Burad..

Bura..

Bur..

Bu..

B..

..

15 Ekim 2009 Perşembe

Noktalı Virgüllü

Ankara hakkında çok fazla şey yazmayı düşünmüyorum. Evet bilmeyenler varsa, Isparta-Afyon-Ankara-Mersin hattında ziyadesiyle vakit geçirdim ve harcadığım her saniye için Tanrı'ya şükrettim. Çünkü; Harika'ydı.

Tanımadığın insanlarla tanışmak, vakit geçirmek, oyun oynamak, gülmek, eğlenmek... Bunlar önemli ve değerli şeylerdir. Değil Mastercard, Fort Knox'a sahip olsanız satın alamazsınız.

Tanıdığın ve sonra yeniden karşılaştığın insanlarla görüşmekse bir o kadar daha değerli. Emre'nin yüzünü bile görmek beni mutlu etti diyebilirim. O; O'na vakit ayıramadığımı düşünse de, ilgilenmediğimi düşünse de beynimin bir kısmını ona ayırmıştım. Ama onun haberi yoktu. Sonra Bacanağım vardı ki, onunla daha fazla vakit geçirdim, keza vakti vardı. Evet, onu da ihmal ettim, çünkü işlerim vardı.

İyiydi, herşeyiyle iyiydi... Daha fazlası can sağlığı lakin o kadarı da astar istemek olur. Var biraz grip... Geçer inşallah.

Gel gelelim, son günlerde not ettiklerime... Önemli mi bilmiyorum da, baya bi marjinaliz son günlerde. Çok karmaşık cümlelerimiz var, birbirimizi anlamıyoruz bile doğru düzgün. Cümleler öylesine devrik, kelimeler öylesine yanlış ki, bizimkisi okumak, anlamaktan ziyade hissetmek oldu artık. Gariptir ki; gözlerimiz harfleri gördüğünde aklımızla değil kalbimizle anlıyoruz yazılanları.

Öyle marjinaliz a.q..

Sonrasında boşluk var. Bu kez baya bir büyük, Kabil gibi düştüm öyle böyle değil. Bildiğin Abyss ortalık... Çıkacağım sanırım. Önce biraz ısınmak gerek, hızlanmak, hareket etmek, kaldırmak, indirmek, cebi doldurmak şart.

Sonrasında Aşk'a bile ümitliyim. Varın siz düşünün gerisini... Belki bir kız arkadaşım olur, hatta yeni arkadaşlarım. Olacağını düşünüyorum. Gayet tabi çalışmak gerek, bir de dersler var ki, bu kez 'gerçekten' oturup çalışmayı düşünüyorum.

Bu da Ankara'nın gazı... Kesinlikle. Memleketinin insanı bu kadar mutlu ettiğini yeni yeni farkediyorum.

İşte size karmaşık bir yazı dizisi ve kafam o kadar karışıktı ki, bu kez sade cümleler kurdum. Okuyun bakalım...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Değişimin..




Yıllar geçti...

Ben hala aynıyım.

Sen ise değiştin..

Ve değişmeye devam ediyorsun.

İçimde bir parça eksildi..

Kurudu, kül oldu.
Sen fazlalaştın,

Büyüdün,

Ve buna devam ediyorsun.
Değişiyorsun..

İşin kötü yanı bu.

Sana yetişemiyorum,

Sahip olamıyorum.

Ve sen devam ediyorsun.

Artık yalnızca izliyorum,

Değişimini,

Sen farketmesen de,
Öylesine senin oldum ki,

Herşeyini biliyorum.

Farkediyorum,
Hatta...

Hissediyorum.

Sen devam ediyorsun,
Bense izliyorum...


Deftones - Change (in the house of flies)

29 Eylül 2009 Salı

Hey!

Ah, bir şeyler beni yazmaya itti sonunda. İlham aldım, kıskandım, imrendim... Sizleri izlerken, bir kez daha yazmaya değer bir şeyler olmasa da, bendeki isteğin alevlerini canlandıracak bir şey buluyorum her seferinde. Bir süre, nedensiz yere buradan soğuduğum, korkup kaçtığımı farkettim.

İnsan kendi iç dünyasından kaçar mı?
Kaçar, kaçar...

Çalma listesinde çok hafif parçalar var bu gece, The Veils ile vakit geçiriyor ve yer yer kalp krizleri geçiren bilgisayarımın, yaptıklarım yüzünden hayatta kalması için uğraşıyorum. O kadar çok boş vaktim var ki, kullanamıyorum. Sadece bir yerlerde oturarak, yiyerek, içerek ve çoğunlukla uyuyarak geçiriyorum.

İnsanın elinde bir miktar boş zaman olduğunda, kesinlikle değerlendiriyor. Tüm çalışma, okuma süreci boyunca sıkılıp, o boş zamanından ne yapacağını düşünürken, uyku içerisinde çalışmayan beyin, uyanıklığa geçtiğinde saçma salak davranmanıza yol açıyor. Bir aptal gibi etrafa bakarken, en yakın yerdeki yenilebilir şeyi tüketmeye ve içilebilir bir sıvıyı ağzından dökmeye çalışıyor insan...

İşte bütün gün uyumuş olmanın getirdiği bir aptallık nöbeti daha başlıyor. İnsan ne yapacağını bilemez bir şekilde, okulların açılmasının beni etkilememiş olması ne garip. O malum günü bekliyorum, bayramı bekleyen çocukların mutluluğu ile evden çıkıp bir kaç günlüğüne şehirden uzaklaşacağım günü bekliyorum.

İnsan bir kez ayrıldıktan sonra bir daha alışamıyor aynı yere, doğduğu yer bile olsa, geceleri yastıklar bile bir başka geliyor. Yattığın yatakta sanki pamuk değil de, taş parçaları dolu. Bilgisayarın, masan, odan farklı. İnsanlar farklı, arkadaşlar farklı, kendin bile farklılaştığının farkındasın.

Bir süre kaçmalı, koşmalı, sevecek bir şeyler bulup onunla avunmalı.

Parçası: The Veils - Under the Folding Branches

21 Eylül 2009 Pazartesi

Arkadaki Adam




Anlatacak çok şeyim var, oysa yazacak hiç birşeyim yok. Kazmayı sallayıp, kürekle kaldırıp attığım sözcükler dağ olup yığıldılar önüme.

Büyük boşluğa düşerken, beni boğan herşeyden kaçarken bakmamıştım etrafıma, boşluğu saran örümcek ağlarına ve şeytanın sıcak kucağına. Yine de, her şeyiyle memnun edici. Karanlık odalar, yüzümü değiştirip, büken o renkli ışıklar, beynime tecavüz eden müzik, önümde dans eden başarısızlıklarım...

Geçmişimden gelen hayaletler yaşıyorum şimdi, onlarla mutluyum. Fakat onlarda uçup gidecekler, bedenimi eriterek, ruhuma dokunmadan. Mutluluk verecekler, kozamdan sıyırırken beni. Oysa, tüm o kelebeklerden farklı olarak, ben kırkayaklı çirkin bir yaratık olarak çıkacağım kozamdan, sonra ağaç kabukları ve kökleri delerek, mezar taşlarının altına sıkışacak ve kemiklerle beslenecek ve öldükten sonra bir melek gibi yükseleceğim, topraktan bir zombi rahatlığıyla çıkıp insanların arasına karışacağım.

Hepinizin yanında olacağım, sizlerle birlikte içecek ve eğlenecek, yanınızda yol alacak ve seyahat edeceğim. Gözlerinizdeki yaşları ben sileceğim, kollarımın üzerinde gideceksiniz hastalıklarınızdan kurtulmak için. Oysa hatırlanmayacağım, geride bir yüz olarak bilinçaltınıza yerleşip, eski bir hayalet olarak asılı kalacağım rüyalarınızda...

Fakat terkedilmeyecek, yalnız kalmayacağım. Her birinizin yanında olacağım ve farkedilmeyeceğim...

Görüyorsun ya, terkedilemem
Çünkü tek ben değilim olan
Aranızdayız...
Beslenerek, tecavüz ederek
Ve hepinizden gizlenmemiz gerek
Hepinizden...


Korn with Disturbed - Forsaken

8 Eylül 2009 Salı

ikinokta(..)

Gözlerimin kenarında son uyku kırıntıları... Yıkamamıştım yüzümü, ne vardı sanki hiç uyanmasaydım. Sıkılmıştım her şeyden. Her gün aynı saatten, aynı yerden. Monotonluk duvarını kırıp geçebilecek hiç bir makine icat edememiştim ben. Yine aynı şey oldu. Ayağımın yatağın kenarından uzattım...

Dünyadan aşağıya attım kendimi. Ekvatorun yanından geçerken, gökyüzüne düşüyordum. Mavilikleri delip, bulutları tutmaya çalışırken kendimi parlak karanlığın içinde buluverdim. Yıldızlar hep küçük kalacaklardı benim için. Ta ki bugüne dek..


Ya birine çarpsaydım?


Öylesine düşerken, yıldızlara doğru. Güneşinkine hiç benzemeyen bir ışıkla kaplandım. Yıldızları göremeyecek kadar kördüm. Oysa, onu görebiliyordum. O anda anladım ki, tüm yıldızlardan daha parlaktı benim için. Hepsinden daha güzel...
Beyazdan yoksun, simsiyah gözleri ve gözlerine tezat bembeyaz saçlarıyla karşımda duruyordu.

Beyaz, ince parmakları ile dünyada gördüğüm hiç bir kadın gibi değil. Ama dünyada gördüğüm bir çok kadından çok daha güzeldi.
Venüs'ten geldiğini söyledi. Konuşmamıştı, ağzını açmamıştı, belki bir ağzı bile yoktu. Oysa, arkamı, önümü, sağımı ve solumu kaplayan uzaydan daha derin gözlerine baktığımda, oradan geldiğini biliyordum. Tüm benliğimle ona kapıldım ve baktım.

Sonra uyandım...

Yeniden uyuyorum...

Parçası: Moby - Sailin' On

5 Eylül 2009 Cumartesi

Geym Ovir Song




Bazı şarkılar vardır
Yaşanmamışlık üstü...
Altından kalkamazsan boğulursun,
Dürüst mü?

Herşey olduğu anda

Olmamasını ister...

Herşeyin tuzu tatlı..

Tadı, tuzunu gizler...


Siyah kalp giydirildi

Elbisenin içine...

Dönüp bakmayacağım

İçimden geçişine..
Her şekle girdi, çıktı
Gizlice izliyorum..

Gece ne yaptığını

Gündüzden biliyorum..


Geçecegini sandım..

Yanmış kalp topluyorum.
Acıdan korkma diye
Tatlıyı saklıyorum..

Benim buzdan dilim var..

Çözmek, gereklilikten.

İçinde çürümeden

Çıkmak için delikten


Yazısının parçası, kendisi...

Cemiyette Pişiyorum - Geym Ovir Song / Elinde olan bana ulaştırsın bunu.

3 Eylül 2009 Perşembe

İstemiyorum




Bu parçayı ne zaman dinlesem, üstüme bir aldatılmışlık havası çöküyor. Sanki bugüne dek, hep aldatılmışım gibi...


Bugüne dek hiç kimseyi aldatmadım.
Hiç bir kadını aldatmadım.
Hiç bir insanı aldatmadım...
Ve hiç aldatılmadığımı düşünüyorum.
Sadece, düşünüyorum.
Emin olamadım hiç...

Parçası: Placebo - Protege Moi

1 Eylül 2009 Salı

Sessiz Sohbet

Herkes öylesine oturuyordu banklarda. O bir uçta, ben bir uçta. Farklıydık birbirimizden, her şekilde. O heyecanlı, bense bezgindim. O mutlu, bense yorgun...

Teker teker, herkesle konuştu. Sohbet etti, yüzünde gülümsemeleri vardı. Elleri çırpınıp hareket ediyor, anlattıklarına heyecan katıyor ve bu heyecanda kayboluyordu kendisi bile. Bense, oturmuş onu izliyordum. Ne anlattığını merak ediyordum..

Herkes gitti, elimi paketime attım. Bir sigara çıkardım, çakmağı çakmamla birlikte, yanıma gelmesi bir oldu. Başımı kaldırıp baktım. Bitikti gazım, ne kadar vursam da alev almadı kıvılcımlarım. "Çakmak var mı?" Diye sordum. Başını iki yana salladı, Yeşil Aycıydı o.

Sağı, solu dolanıp bir yolunu bulup tutuşurdum tütünü. Saçak saçak tütünler kıvrılıp kül oldular, rüzgara kavuştular. Ben hala suskundum, oysa bana bakıyordu. Dönüp gülümsedim, elimde değildi. Biri yanıma geldiğinde, kovacak ya da yanından uzaklayacak tiplerden değilimdir. İstemeyerekte olsa kabul ederim.

Elini salladı, bir şeyler yaptı. Basit bir hokkabazın büyülü numaraları gibi, şaşırdım önce. Sonra biraz daha ilgiyle izleyince gördüm, bu basit numaranın altında yatan gerçeği. O konuşamıyordu...

Oysa öylesine hareketli, öylesine canlıydı ki. Ben gençliğimden utandım, ben sözlerimden utandım, ben asosyalliğimden, cool'luğumdan(!) utandım. İnsanlara baktım, birbirini nasıl da rahat itiyorlardı, kovalıyorlardı sinekler gibi... Oysa o, kendi halinde konuşamasa bile elleriyle anlatıyordu istediklerini ve başarıyordu.

Öylesine oturup, sohbet ettik onunla hiç ağzımızı açmadan, arada sırada tuhaf sesler çıkarıyorduk ama memnunduk. Israrcıydı bir şeyleri anlatmak konusunda ama hoşgörü, sabır ve mutlulukla doluydu sessiz sohbetimiz...

Sonra durduk, sustuk... O işine gitti, bense yoluma.

O an farkettim. Elinde her zaman düşeş gelen zarları olupta, onları hiç atmayan tipleriz biz. Kullanmayı bilmediğimiz şeylere sahibiz...

four to the floor i was sure, never seeing clear
i could have it all, whenever you are near

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Ölü Göz



Benim iki göz'üm var.
Bugün neredeyse sağ gözümü kaybediyordum. Öylesine düştü yerinden ve yuvarlanıp benden uzaklara doğru gitti. Düşüşünü gördüm diyebilirdim ama böyle bir durumda, bu bir yalan olurdu. İnsan göremediği zaman, bazı şeylerin nasıl olduğunu kavrayamıyor işte. Bu da öyle durumlardan biriydi.

Ellerimin arasından kayıp, yerde yuvarlanırken gözüm; Ben, korsan bandıyla karizmatik olunabileceğini düşünerek kendimi kandırıyordum. Klasik, siyah deri bir göz bandı mı yakışırdı, yoksa kumaş mı kullanmalıydım? Ben böyle saçma şeyleri düşünürken, gözüm bana bakıyordu.


Benden uzakta bir yerlerde, yerde öylesine toza bulanmış bir şekilde bekliyordu beni. Toz zerrecikleri etrafını aç karıncalar gibi sarıp, gözüme tutunmuşlardı. Gözüme girmişlerdi! Oysa acımıyordu hiç, nasıl olurda insanın gözüne toz gelince acımazdı ki? Acımamıştı işte.


İlerleyip, sağ gözümü sağ avcuma aldım. Üzerindeki tozu, kıyafetime silip havaya kaldırdım onu. Göz bebeğimde bambaşka bir dünya vardı ve ölüyordu sanki. Sol gözümse, eşini kaybeden biri gibi izliyordu onu. Yıllar boyunca birbirine hiç bakamayan, aralarında hep bir köprü olup, birbirine hiç kavuşamayan, bu birbirinin aynısı iki gözden biri şimdi ellerimdeydi işte.

Çıplak ayaklarımla tozlu yollarda yürüyüp, sarı kirli vanayı boş elimle kavrayıp, zorla çevirdim sağa doğru. Tozu çamura dönüştüren, ayaklarıma bulayan suyun altına tuttum gözümü. Sonra tekrar kuruladım kirli kıyafetlerimle. Bir kez daha havaya kaldırıp, son kez baktım ona.

Ardından yerine taktım...
Bugün, neredeyse sağ gözümü kaybediyordum.

Parca: Archenemy - Dead eyes see no future

27 Ağustos 2009 Perşembe

Yazı

Bugün aklımda çok fazla şey var, yazmak için. Oysa, beynim burnumun ucunda duruyorken, kendime şaşıyorum nasıl bu kadar çok şey düşünebiliyorum diye. Başlayayım mı? Evet evet..

Bugün iki eski arkadaşla birlikte takıldık, biri son günlerde bende kalıyordu zaten. (Bende evet.) Diğeri ise, arada sırada kısa süreli ziyaretleriyle kendini unutturmasa da, geçmişte sürekli yanımda olduğu için benden biraz sıkılmıştı sanki. Yine de, bugün kırmadı beni geldi..

Yorgunluk ve Hastalık..

Kraliçemi hasta görünce, bu yaşlı bedenim dayanamadı onun haline. Bırakıverdi kendini.. :(

Bugün, çok cömert bir insanla tam anlamı ile tanıştım. Daha doğrusu, tanıdığım bu insanın böylesine cömert olduğunu yeni farkettim. Bir kez daha şaşırdım, üstüne üstlük sevindim. Böyle insanlar varmış hala dünyada, çok garip. Üstelik, öyle %6'lık - %7'lik kesimden de değil. Senden, benden, bizden..

(Burada bir paragraf daha vardı ama unuttum. Yeri boş kalmasın, üzülmesin o kısım.)


Sınırlarımı zorluyorum ben bugün. Günlerin nasıl geçip gittiğini farketmediğim gibi her geçen gün, besin zincirindeki civa miktarının artışı gibi, benim bedenimdeki yorgunluk dereceside yükseliyor. İbre kırmızıyı gördü, sona doğru yaklaşıyor. Ve ben hala yazmak için diretiyorum nedense..

Üstelik ben öyle Blog'u doldurayım diye de yazmıyorum. Blog'a değişik şeyler eklemek, güzelleştirmek istiyorum ama çoğu zaman 'Ayarlar'a aptal aptal bakıp, sonra kapatıyorum ve sıradan yaşantıma, siyah sanal defterime, standart yazı tipime geri dönüyorum. Kendi halimde takılıyorum, burnumu siliyorum, ekrana bakarken gözlerimi kısıyor ve masa başında bir şeyler atıştırıyorum.

Sonra farkediyorum.. Bir benim Blog'um siyah kaldı.

Ha, bir de müzik dinliyorum.

DEVASA EDIT!!!!!!

Ohaaa... Nasıl unuttum lan! Evet, unuttuğum kısma tekrar yazmak yerine yeni edit geçtim, hatta bununla ilgili bir yazı bile yazabilirdim ama hasta ve çok yorgunum. Buraya böyle, büyükçene edit çaktığımı belli edeyim de, siz okuyun.

Babam, bana bugün Frpnet Turnuvasının sonucunu sordu. Finale kalabildin mi? Dövüşü alabildin mi dedi! Yıllardır, bırak olm bu işleri diyerek geçiştirdiği, hiç takmadığı ve bir vakit kaybı, saçmalık olarak gördüğü şey ile ilgili bir şeyler sordu.

Benim için çok önemli bir şey bu lütfen. Evet, babam bana sordu.


26 Ağustos 2009 Çarşamba

Ben Dünyaya Âşığım

Farkettim ki, artık dünyevi şeylerle mutlu olabiliyorum. Yani, öyle duygusal bunalımlarım, can sıkıntılarım, aşk arayışlarım kalmadı pek. Mesela, iyi bir yemek beni çok mutlu ediyor. Yatağımdan, yastığımdan fazlasıyla memnunum ve uyuduğum her dakika, yatakta ayyaş kıvranışlarım beni çok mutlu ediyor. Ben dünyaya âşığım sanırım...

O aşk şarkılarının bir anlamı yok gibi sanki. Ne olmuş, onu sevdiysen? İtildiysen kendine sakla, unutulduysan ortalarda dur. Geride kalırsan, unutulursun. Yaşam seni boğuyorsa, intihar et. Ölümden korkuyorsan, yaşamaya çalış. Sevmiyorsan, söyle. Seviyorsan, haykır. Üzülüyorsan, belirt...

Yani, artık size öyle aşklı meşkli şeyler yazamayabilirim. Bu yüzden, bugünden önce de olduğu gibi bir beklentiniz olmasın. Rahat olun..

Seviyorsanız, seviyorsunuzdur. Özel bir şeyler olmasına gerek yok, bir nedene bile gerek yok.

Parçası: Bulutsuzluk Özlemi - Aşk Çok, Para Yok

25 Ağustos 2009 Salı

Olmamış Gibi

Hiç olmamış gibi davranalım hadi...

Hiç yapmamışız gibi, elin elime hiç değmemiş gibi, birbirimizden hiç nefret etmemişiz gibi, hiç kesmemişiz gibi birbirimizi. Ayaklarımızdaki cam kırıklarını sökmeden yürüyelim, çiçekleri ezip, inatçı iki keçi gibi o köprüden yanyana geçmeye çalışıp intihar edelim ya da birbirimizi öldürelim.

Hangisi senin için uygunsa...

Bu da bir başka oyun, hiç oynamadığım türden. Deneyelim, belki hoşuma gider.

21 Ağustos 2009 Cuma

Bir Avuç Kum




Birikmiş bildirimler, mesajlar, yorumlar, güncellemeler... Hepsi beni bekler. Günlerin nasıl geçtiğini bilememek iyi mi kötü mü? Ben buna cevap veremiyorum. Akıp geçen günler, beni yavaş yavaş öldürüyorken, çalışan insanların yaşamaya eğilimli oldukları da bir gerçek. İşte ben; O yaşamaya eğilimli insanlardan biri oldum.


Bazı şeylere yetişememek can sıkar, bilirsiniz. Vakit ayıramamak, özellikle de kendine vakit ayıramamak kadar kötü bir şey yok.İnsan bazen, ayrı düşermiş kendinden. Kendimden ayrı düşeli bir hafta olmasına rağmen, can sıkmaya başladı. Öyle ya; İnsan bedel ödemeden hakedemiyor. Hakettiklerin seni sevindirse de, bedeli ödemek zevkli değil, zorlanıyorsun. (Belki de siz zorlanmıyorsunuzdur, genelleme yapmayı sevmem.)

Tek derdimiz aşk demiştik ya..

Değilmiş..

Sevmeyi, sevilmeyi, aşk denen şeyi unutalı çok oldu. Televizyonlarda felan, canlı şeyleri yetiştiren kişilerin; "Sevgi olmadan hiç birşey yetişmez." Dediklerini duyuyoruz. Ne kadar komik değil mi? Sevgi olmadan büyüyemiyor muyuz? O olmadan yaşayamıyor muyuz?

Söyleyin bana, kaçınız aşk acısı çekmedi? Kaçınız terkedilmedi? Kaçınız âşık olduğu kişiden ayrılınca yerine kısa sürede yenisini buldu? Ki zaten, hemen birilerini sevebileceğine inandığım tek şeyler Teletabi'ler, onlarda yoklar artık.

Yani herkes bir yanından eğilip, bükülüyor. Bir yanından hasar alıyor, kan kaybediyor. Kemiksiz kalbi kırılıyor, yaşamdan yaralı hayvan gibi can çekişiyor. Yine de, hayatta kalıyor. Şu günlerde ölmek bile zor. İntihar etmek zor iş, büyük konuşmamak lazım ama ecel öyle çabuk gelmiyor. Kısacası, bedenini hissetmeyene kadar kan kaybetmek, can çekişmek, acıyı hissetmek şart gibi bir şey...

Çok merak ediyorum bu rüzgârlar bizi nereye savuracak, hangi suya düşeceğiz ya da hangi ağaca çarpıp yeri öpeceğiz. Sürüklenirken diğer yapraklarla beraber, hangilerine değip geçeceğiz ya da yapışıp yol alacağız.

Kum saatini dolduran bir avuç kum kadar yaşantımız. Artık, gereksiz şeylerle uğraşmayın. Ruhunuza hitap eden şeyler dinleyin, amaçsız gruplar açmayın, açıyorsanız bizi davet etmeyin, facebook'u video paylaşım sitesi olarak kullanmayın. Bloglarınıza anlamlı şeyler yazın, tek cümleyle açıklanabilecek bir hayatınız varmış gibi davranmayın.

Kendiniz olun, adam olun, âşık olun, insan olun. Mevlana öldüğünden bu yana çok uzun zaman geçti. Devir değişti bak. Yazı da bitti. Bi de bir kaç mısra ekleyelim, parçamız olsun.

Nerdeydin bunca vakit?
Ey nakit.
Acı çektik, çok garip.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Rörörö

Çok yorucu şeyler oldu. Doldum... .44'lük bir magnum gibiyim.

Tabi, sinir, stres, saçmalama değil. Hüzün, bunalım felan da değil. Bildiğin, beyinsel ve fiziksel yorgunluğu getirdiği yorgunluk. Peki nasıl doluyorum? Şu şekilde... Fazlasıyla yorgunken, istediğiniz herşeyi yapamıyorsunuz. Bu da içinizde uhteler bırakıyor, can sıkıyor.Sonra bunlar birikiyor. Böylece dolmuş oluyorsunuz.

Çıplak ayakla toprağa basmak gerek. işi bırakınca akmak gerek, su gibi olmak gerek. Soğuk suya dalmak, çıkmamak, baş aşağı sallanmak, rahatlatmak için bi araba dolusu adamdan dayak yiyip rahatlamak lazım.

----------------------------------------------------------------------------------------

Gördüğünüz gibi bu yorgunluk ve ağrılarla, insan bir şeyler yazmak istese bile yazamıyor. Ikınmak dediğimiz olay bu. Bunu wc'de de yaşıyorsunuz, biliyorsunuz. Bu yüzden ayrıntılı olarak açıklama gereği duymuyorum. Ama boktan bir yazı olmasına rağmen yazmamın sebebi, blog'a yazdığım zaman rahatladığımı hissetmem. Yapamadığım şeylerden birini yaptığımı düşünüp, psikolojik olarak rahatlamak bu, başka bir şey değil. Ortaya insanların keyifle okuyamayacağı, sadece blog'ta yer işgal eden bir şeyler karalamak...

Yapılacaklar listesinden bir şeyler daha eksilttikten sonra yatayım değil mi?

Bir şey yaptım ben! Bir şey yaptım! Yapabildim!

Bu yazının bi parçası yok, kafanıza göre açıp dinleyin. Benden size kıyak olsun.

11 Ağustos 2009 Salı

Scarface

Bazı dostlar vardır. Onlar sizin içinizi, ciğerinizi bilirler. Onlara yalan söyleyemez, numara yapamazsınız. Sizi olduğunuz gibi kabullenmişlerdir ve her türlü kötü huyunuza katlanırlar. Onların yanında kendinizi güvende hissedersiniz. Ve size bir şey olduğunda, onların yanınızda olacağını bilirsiniz.

Size güven ve sevgi verirler. Bu gibi şeylerin bir karşılığı olmaz.

Bazıları hep suskundur, bazıları ise çok konuşur. Yine de, sizde onları bu şekilde kabullenmişsinizdir. Onların sınırlarını bilirsiniz, tıpkı onların sizi bildiği gibi. Durmanız gereken yerde sizi uyarmazlar. Çünkü, o sınırı bildiğiniz için yaklaşmazsınız.

Bu dostlar, Mehmet Ali, Emre, Dali gibidirler. İşte Oğuzhan'da onlardan biri.

Gözümün önünde çeneni parçalamış, ayağa kalkıp bana gülme demiş olsan da. Aynı zamanda çenene dikiş atılırken, "Milletle scarface diye dalga geçiyorduk, şimdi biz scarface olduk iyi mi?" gibi geyiklerde yapsan da. Ameliyat öncesinde tıkanacağını bilsen bile hala gevezelik etsen de...

Sana ne diyebilirim ki?

Hadi Hacu Badem, dayan biraz. Kalk ayağa kırıklarından arın bir an önce. Ömür boyu seni saran telleri at üzerinden. Eline gitarını alıp gevezelik et. Sorun değil biz dinleriz seni.

Hadi Hacu Badem...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Nefret Ettiğiniz İçin Teşekkürler

Bugün Blog'umun birileri tarafından okunduğunu farkettim. Yani basitçe yorum yapmaktan ya da hatır uğruna okumalardan değil. Gerçekten okunduğunu farkettim. Bu basitlikten öte, gerçekliğin ta kendisiydi. Benden nefret eden onlarcasından sadece biri bu blog'u okuyordu ve beni mutlu ediyordu. Umursuyordu, benden ne kadar nefret ettiğini haykırırken bir diğer yandan, beni umursayarak kendini yalanlıyordu.

İnsanlar çok garip, bunu yeni farketmiyor olsam da, her farkedişimde yüzüme bir gülümseme yerleşiyor. Onları her geçen gün biraz daha fazla anladığımı düşünüyorum, yıllar boyunca böyle insanlarla konuşarak, bir çok insan profilini öğrendiğimi söylesem, mübalağ etmiş olmam sanırım.

Sonuçta, sıradan geyiklerin dışında olan bu tartışmalar size nasıl tepkiler vereceğinizi öğretir. Ne zaman alttan alacağınızı, ne zaman efsanevi çıkışlar sergileyeceğinizi, ne zaman önemsemeyeceğinizi öğrenirsiniz. Basit bir kahkaha ile bir insanı rahatsız edebiliyorsanız eğer o kişi sizi umursuyor hatta önemsiyordur. Siz gülüp geçerken onun sinir olması bize şu şekilde birini işaret ediyor; "Yenilgiyi hazmedemeyen, kontrolün ve tüm ilginin üzerinde olmasını isteyen birini."

İşte benim,kıtaları birbirine bağlayan köprü rolünü üstlenen burnumun altında yatan gerçeklik bu. Siz onları ve kendinizi biliyorsanız eğer birilerinin size egomanyak, megaloman gibi yakıştırmalar yapmasının bir önemi yok.

Şeytan Rolü ile Al Pacino şöyle söyledi: "Kibir, en sevdiğim günahtır."

Evet, bu beni bir şeytan yapıyor öyle mi? Kesinlikle öyle. Bana şeytan diyebilecek kadar ileri gidebilirler. Bunu beklerim, yine de bu şeffaf perdenin ardından herkesin rahatça, bilip bilmeden konuşabildiği de ayrı bir gerçek. Bu yazıyı okuyarak; "Kim sana böyle şeyler diyor?" diyerek, kahkahalarıma eşlik edecek olanlar vardır. Rahat olsunlar lütfen, çünkü daha fazla güleceğiz emin olabilirsiniz.

Al Pacino'ya, yani şeytana şu cevabı verdim. "Dostum! Kibrim beni bir gün öldürecek..."

Evet aynen böyle, yine de onlardan çok daha fazla yaşayacağım. Eh, kötüye bir şey olmuyor değil mi? Söylediklerimizin gerçekleştiğini düşünecek olursak, uzun bir süre yaşayacağım. Çünkü, beni yaşatmak zorunda, çünkü bildiklerime ihtiyaçları var. Çünkü, başları sıkıştığında "bu böyle mi olacaktı ya?" gibisinden sorularla beni rahatsız edecekler. Bende rahatsızlığımı belli etmeden, onlara kahkahalarla cevap vereceğim.

Ben: Son sözlerim gereğinden fazla kibirliydi değil mi?
Şeytan: Evet! Evvet!
Ben: Tamam, güzel konsepti bozmak istemeyiz.

Tamam tamam, bu kadar yeterli. Bende O'nları önemsemiş oldum böylece. Tabi ki, kimseyi önemsemediğimi söylemedim. Ben herkesi önemserim. Onlarla konuşur, tartışır, kahkaha atar ve nefret edilesi hale gelirim. Ve benden nefret ettikleri için teşekkür ederim.

Benden nefret ettiğiniz için teşekkür ederim.

Son olarak; Aaron Eckhart'ın canlandırdığı Nick Naylor'dan şunu duyuyoruz.

Michael Jordan plays ball, Charles Manson kills people, I talk...
Everyone has a talent.

Dipnot: Tanrım, özür dilerim ama bunları yazmak zorundaydım. Ahahahaha!

Afiyet Olsun

Bir zamanlar yediği kaseye tüküren biri vardı. Şimdi aynı kaseden yemek için geldi. Ve aynı gün, başka biri aynı yere tükürdü. Eğer yeterince şanslıysa, geri geldiğinde tükürdüğünü unutmuş olur. Unutmamışsa, hatırlayışı acı verici olacak.

Tanrı'ya havale ettiklerimi, o nedense hep bana geri gönderiyor. Bende onlara, pisledikleri kaptan yediriyorum. Afiyet olsun...



8 Ağustos 2009 Cumartesi

Nosferatu


"Merhaba...

Yüzüme bakmayın. Görmek istemezsiniz.. Maskem buralarda olacaktı."

Yeterince iyimser biriyim değil mi? Yani, kendi iğrençliğimi bile bir kenara atarak, yüzüme bakacak olanların iğrenmemesi için uğraşıyorum. Ve bunu yaparken, yüzümdeki maskeyi bir kenara atmak zorunda kalıyorum.

İşte, son zamanlarda dönüştüğüm şey bu. Ben bir Nosferatu'yum, her ne kadar size yakışıklı görünsem bile öyleyim. Çevresinde sadece ihtiyaçtan doğan birliktelikleri ve arkadaşlıkları olan, kendi muazzam çöplüğünde yaşayan ve bu çöplükten insanlara istediklerini sunan biri...

Bu şekilde olmanın getirdikleri konusunda bilgisi olanlar, ancak benim gibi olanlardır. Benim gibi olmayanlar ise yalnızca söylediklerime inanarak, başkalarını ve kendilerini kandırırlar. Ve, ben yalan olduğunu söyleyene kadar, söylediğim her söz gerçektir. Buna inanın...

Bütün günüm sizi izlemekle geçiyor, her birinizi takip ediyorum. Konuşmalarınızı dinliyor ve yorumlarınızı okuyorum. Burası sizin için revaçta olan bir yer değil. Bu yüzden, bu yazıyı okuyan bir kaç şanslı kişi, kendini özel hissedebilir. Çünkü onlar, maskenin altında yatan yüzün, ikinci bir maske olduğunu öğrenebilecek kadar şanslı olanlardır.

Benimle olan diyaloglarınızda, biraz daha ılımlı olmalısınız. Hiç bir zaman dinlemeden, saldırıya geçen biri olmadığım için sakin bir şekilde, sizi dinleyeceğimi bilmeniz sizi rahatlatır umarım. Yine de, kaybedecek hiç birşeyi olmayan, kendi başına buyruk küçük kızlar ya da genç erkekler gibi davranmaktan vazgeçin. Çünkü; bu şekilde davranan herkes geri dönüp tükürdüğü yeri yaladı.

Ve bu yazıyı okuyacak o az sayıdaki kişi için söyleyebileceğim tek bir şey var;

"Gördüğünüz şeyin gerçek olduğunu anlamak için beş duyunuzdan fazlasına ihtiyacınız olacak. "

Nosferatu

6 Ağustos 2009 Perşembe

Çoksunuz

Bazen, tüm bu can sıkıntısını gidermek için yazayım diyorum ama yine siz geliyorsunuz aklıma. Adam adam ayırmayın, kendinizi kayırmayın lütfen. Ben farklıyım demeyin, bizzat sizde öylesiniz işte. Ayrım yapmaya ne gerek var. Baya baya öylesiniz.

Yazı sonradan sonraya, sizler için yazılmış bir yazıya dönüşüyor sonra. Şu anda olduğu gibi..

Neyse, size bu kadarı yeter bile. Fazlasına gerek yok.

Üstad Der ki; "Ne kadar da Çoksunuz..."

Aptal Sayılmam

4 Ağustos 2009 Salı

(Nokta)44


İşte böyle tek tabanca...

Kirli Harry gibi olmak istiyorum. Pis bir sakalım yok, uzun bir süre olmayacak gibi ama saçlarımı onun gibi yapabilirdim. Ve .44 Magnum... Evet bebeğim. Onunla aramıza hiç kimse giremezdi...

Tüm bu çılgınlığımın sebebi, bir şeyleri parçalama arzumdan kaynaklanıyor. Bu çılgınlık anlarında, yanımda olmasını istediğim ve hiç bir zaman yanımda olmayan iki şey var. İkinci bir katana (çünkü bir tane var.) ve ya .44 Magnum...

.44 'le bir arada olduğumu düşünüyorum. Ve mahmuzlu, yılan derisi çizmeler. Taş zeminde yürürken, tahta "Sallon" havası vermez ama yine de çıngıraklı yılanın uyarısı gibi gelen mahmuz sesleri ürkütücü olabilirdi. 1 dk. boyunca silahımı belimden çekmekle uğraştıktan sonra devasa magnumu canımı sıkan kadına doğrulturdum.

"Daha iyisin ya..."

Aslında, söz konusu kadın konusunda kimsenin kendine pay çıkarması gerekmiyor. Herhangi biri olabilir kurbanım. Yine de .44'le tanışma şerefine nail olmak, her kadının yakalayabileceği bir fırsat değildir. Siz yine de, her biriniz, teker teker üstünüze alınan bunu.

...

.44lük, tek gözünden kadına bakarak tısladı. Kızgın ve her an patlamaya hazırdı. Tasması çözüldü, gerileyerek dışarıya önce bir ateş bulutunu aksırdı. Bu aksırığı, kurşuni bir balgam takip etti. Namlu gökyüzüne kalkarken, kurşuni balgam .44'ün ağzından çoktan çıkmıştı.

Artık dönüş yoktu... Kadının gülmeye, üzülmeye, ağlama, af dilemeye hatta anlamaya bile fırsatı yoktu. O sadece boş boş bakıyordu .44'e...

Kurşuni balgam, önce havayı, sonra kıyafeti, ardından askıdaki sütyeni delip geçti. Kadın gözlerinin hafifçe sola kaydırdı. Sivri, kurşuni balgamı gördü. Yanından geçerken, anladı. Kurşuni balgam gelmeye devam ediyordu. Kulağına yaklaştığında duydu. Kulağını geçip saçlarını havaya uçurduğunda ve sıcaklığını kadının tenine yansıttığında, kadın korkunun ne olduğunu anladı...

Mermi, kadının başının yanından geçti ve duvarı deldi. Iskalamamıştı, kadın bayıldı.

Adam kadını kaldırıp götürdü. Gerçekten, götürdü...

...

Taxi Driver / Martin Scorsese

i'm gonna kill her with a 44 magnum pistol.
i have a 44 magnum pistol. i'm gonna kill her with that gun.
did you ever see what a 44 magnum can do to a woman's face?
it'd fucking destroy it. just blow it right apart.
that's what it can do to a face.
did you ever see what it can do to a woman's pussy?
you should see what a 44 magnum's gonna do to a woman's pussy.


Apartmanda büyüdüm ben,
Kalbim buna dayanmaz.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Kırmızı Kapı

İçindeyim hayat
Hisset beni..
İliklerine kadar..
Hisset beni...

Biliyorum, sert seviyorsun.
Ama neye yarar,
İdare et benimle..
Sıkı biri olmasam da..
Sana gösterecek,
Bir kaç numaram vardır elbet...

04.25

31 Temmuz 2009 Cuma

Kelimeler Dizdim Size

Kelimeler dizdim size
Boncuklar gibi..
Gelişigüzel, rengarenk
Ucuz kolyeler misali...

Yazmayacaktım. Sahi, öylesine geliverdi. Milleti gördüm yine bloguna yazmış. Özendim çocuklar gibi... Bizimki blog değil mi? Diye sordum kendime. Blog tabi be...

Günlerdir kendimi paralıyorum bir şeyler yazabilmek için. Tüm o boşluklarımı doldurmak için, yalnız yürüdüğüm yollarda süslü kelimeler düşünüp, etkileyicilik potansiyeli olan kelime ve cümleleri EBS'ye sokuyor, geçenler ve geçemeyenleri ayıklıyorum. (EBS: Etkileyicilik Belirleme Sınavı)

Tabi ki, burada yazılan tüm bu sözler tamamen, şu anda spontane çalışan bir beynin ürünüdür. Gerçek midir, değil midir bilemedim şimdi. Lakin uykusuz ve yorgun olduğu göz önünde bulundurulursa; Konudan sapmalar, başlıktan kaymalar, yerinde duramamalarla birlikte, kendiyle çelişen bir varlıkla karşılaşmış gibi hissederseniz eğer... Korkmayın.

O benim işte.

Kadınları hiç anlamıyorum. Ablayken, kardeşken, arkadaşken o kadar iyiler ki, o kadar içten, o kadar sevecenler ki... Sonra bir sevgiliniz oluyor ve onunda başkalarına karşı böyle olduğunu görüyorsunuz. Sonra sizinle kavga ediyorlar ve kendi dertlerinin çözümünü düşünemeden (!) başkalarının dertlerine deva oluyorlar.

Kabul ediyorum, kızlardan akıl alır, onlara danışırım. Durumu özetler, yardım beklerim. Çünkü; Ben... Kızları... An-la-mı-yo-rum.

Eh, anlayan birilerini bulup bir şeyler yapmaya çalışıyorum ama aşk desem, bir daha uğramaz kapıma. Birliktelik, belki... İkili ilişkiler felan, ürkütücü.

İşte böyleyim... Okur, okuyucu, takipçi, seyirci, gözlemci ve her neysen işte.

Dipnot: Bugün, dahi anlamındaki de'yi, teferruatlı durumlarda ayıramadığımı itiraf ettim. Güzel bir şey yaptığımı düşünüyorum. En azından kendimle barışık bi adam olayım dimi?

Dipnot'un Dibinden Bir Yerlerden: Şiir'i ve başlığı da yazıyı yazdıktan sonra ekledim. Uysun diye, uyduramadın diyen varsa yan gelsin artık...

Eklemezsem Olmayacağını Düşündüğüm Dipnot: Evet, boku çıktı. =)

Bu da eşantiyon olsun...

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Bela Mıknatısı

Tükürükte söndü sigara...

Bela mıknatısıyım ben. Nerede can sıkıcı şey varsa beni bulur, nerede abuk subuk adam varsa benim çevremde. Belki de benim lanetim bu? Önceleri, benim lanetim bir daha hiç, âşık olamamak diyordum ama... Bu daha kötü sanırım. Hiç bir zaman kötü arkadaşlarım olmadı, bana beddua edeceğini düşündüğüm birileri de yok ama neden?

Nerede hep gereksiz insanlar beni buluyor? Neden canımı sıkıyorlar? Neden lüzumsuz yere dünyamızın oksijenini tüketerek bize zarar veriyorlar? Neden Tahtakuruları kadar faydalılar?

Evet, bakmayın bana öyle çünkü sizde öylesiniz. Bende öyleyim, bazılarımız birbirini çekiyor, bazılarımızsa itiyoruz. Kutup meselesi N/N - N/S gibi...

Benim yörüngemde takılıyorsan, çekim sahama girdiysen veyahut bir kaza olupta yanıma yaklaştıysan. Kutubun bana uyacak arkadaş!..

Ters adamım ben...

Ve bir daha hiç yanmadı...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Mr. Gray

İçimdeki yaşlı adam konuştu.

"Bu boku yıllardır yiyorum. Tadı hiç değişmedi..."

Evet, sürekli yazıyorum. Baktığımda geride kalan tek şey tebessüm. Kendi öğütlerimi kendim tutmuyorum. Belki de albenisi yoktur diye, uymak gelmiyor içimden. Bir şeyleri satabilmekte bir sanattır. İnsan başkalarına yol göstermeden önce kendisi bu yoldan gitmelidir. Kim gidiyordu ki ?

İçimdeki duygu, hissettiklerim, yaşlılık değil. Daha farklı, üzerimde bir ölmüşlük var... Bildiğin ölmek gibi. Sanki, derilerim üstümden dökülüyormuş gibi. Vücudum kararıp, morarmasa da, et parçaları yürürken üstümden dökülüyormuş gibi. Bazen, kollarımı, vücudumu tutuyorum. Parçalanmayayım diye...

Oysa o kadar gencim ki, neden bu bitkinlik? Daha canlı olmam gerekirken neden üzerimde bir uyuşukluk var? Neden insanlara sataşıp canlarını sıkan pis bir moruğum? Gençleşmem için illa bir bakirenin kanı mı
gerekli?

Soğuk bir şeyler almalıyım. Dinlenmek bana göre değil, bunu farkettim. Uyku beni yaşlandırıyor, evet bunu ben söyledim. Uyanık olduğum zamanlarda yaşamaya daha fazla eğilim gösteriyorum. Uyuduğum zamanlarda gördüğüm rüyalar çoğu zaman iç açıcı değil. Çok nadiren, bir rüyanın sürüp gitmesini istiyorum.
Dinleyecek hiç birşeyim kalmadı. Tükettim tüm albümleri ve her yaşlı adam gibi, yeni şeyler almak yerine eskilere sarılıyorum. Yaşlanıyorum, ölüyorum...

Dorian Gray gibiyim. Daha iyi bir örnek olamazdı sanırım. Onunla aramızdaki tek fark, benim bir tablom olmayışı. Kısa sürede bir tane edineceğim.

İşte yine yazıyorum.
Ve tadı hiç değişmedi...


16 Temmuz 2009 Perşembe

Nefret

Var olan herşeyden nefret etmek için iyi bir sebebim var. Tüm o kahkahalar, iğrenç gülüşler, mutlu insanlar, aptal bakışlar, her yerime bulaşan, sinen o gülücükler...

Nefret o kadar küçük ki, küçük ama etkili. İşte bu kısa yazı gibi, susuyorken yakıyor insanın canını. Hiç hareket etmiyor, tehdit savurmuyor... Öylece duruyor ve siz; Üstünüze alınıyorsunuz. Ve böylece nefret yine olması gerektiği gibi oluyor...

Sizden, evet sizden. Nefret ettim...

...Tomorrow's turmoil tonight
carbon mirrors of my yesterdays...

DayLight Dies - A Life Less Lived

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Gece Günlüğü

Gece Günlüğü - 1. Bölüm

Annemin kucağında, uykuyla uyanıkla geçen dakikalarla başladı bugünüm. Çarşambanın ardından, Perşembe'nin ilk dakikalarıydı. Çarşambaları severim...

Özlediğim o duyguyu, küçük bir çocukken annemin dizlerinin dibinde uyuduğum gibi uyumaya çalışıyordum. Bir yandan uyumak için çabalıyor, diğer yandan ayakta kalmak için kendime direniyordum. Diğer yanım kazandı. Ayaktaydım...

Benim olan, bana geri dönmüştü. Kalktım, odama ilerlerken farkında olmadan ektiğim dostumu hatırladım. Sola çark ettim, geri döndüm, telefonu aldım. İlerlemeye devam ettim. Gittiğim bir yolu geri gitmeyi hiç sevmem. Ne kadar kısa mesafede olsa bile. Ahizeyi kaldırmak kadar karizmatik olmasa da, çeviri sesini almak için telsiz telefonun tuşuna dokundum.

Ses yok... Ne bir cızırtı, ne bir çınlama... Hiç birşey...

Geçenlerde çekip bir kenara attığım kablolar yüzündendi. Sorunu ben yaratmıştım. Çözmekte bana düşüyordu. Yere oturup, kabloların birbirine temas etmesini sağladım. Kulağımın altına sıkıştırdığım telefon açıktı.

Kabloları temas ettirdim... Bir öpücük gibi... Bir fısıltı gibi...

Sonra çığlığını duydum Graham Bell'in. Bağırıyordu!.. 'Yaşıyorum' diyordu... Kabloları söktüm. Öldü galiba dedim. Sonra bir bıçak buldum, psikopat bir cerrah gibi deşmeye başladım kabloların derisini. Kestim, yüzdüm, soydum...

Aslında yaptım dediğim şeyleri yaparken çok uğraştım. Kabloları kesmek sandığım kadar kolay olmadı. Her biri saç teli kalınlığında olsa bile, o dışındaki katmanı yarabilmek için çok uğraştım. Bıçak en vahşi kurtların dişinden daha keskin olsa da, kablo yerine etimi kesmek konusunda daha hevesliydi. Ve kesti de...

Kanım yavaş yavaş, bir havuzda birikircesine kesiğin üzerinde toplanırken, parmaklarımın arasındaki kablolara bulaştı. Bir süre sonra, pıhtılaşıp yapış yapış oldu. Zaten parmaklarıma göre ince olan kabloları tutmam daha da zorlaştı. Sinirlendim, ısırmaya çalıştım. Dudaklarımdan çarpıldım, emdim elektriği... Nikola Tesla görebilseydi, benimle gurur duyardı. Fakat bana canlıymış gibi karşılık veriyordu kablolar, içine küçük şakacı bir ruh kaçmışta, benimle eğleniyormuş gibi...

Kabloların içindeki küçük, kötü, şakacı ve iğrenç ruh kanımı emdi. Kalanları çöp kutusunun üzerine tükürdü, sonra daha önce hiç bir görmediğim kanatlı, siyah ve en az o şakacı ruh kadar iğrenç bir böcek gelip, kanımın üzerinde dans etti...

Ama ben, kazandım... Graham Bell yaşıyordu, o iğrenç, küçük, şakacı, patavatsız şeytanı kaçırmıştım...

İşte yeni başlayan bugünün ilk saatlerinde bunlar gerçekleşti. Tam olarak anlatmasam da, özetleyebildiklerim bu kadar. Üstelik, neden size herşeyi anlatayım ki?..

Theres a devil waiting outside your door...
How much Longer?



9 Temmuz 2009 Perşembe

İstiyorum!

" İsteklerimi karşılamazsanız, bu blog'u havaya uçururum! Tüm izleyicilerim, küçük parçalara ayrılır! "

Aaaaynen öyle!

Bu yazının konusu isteklerimle alakalı. Sizlerde bilin artık bunları, hani kimsenin bu istekleri karşılayabileceğinden değil de... Sizinde istediğinizden eminim. Sizin yerinize ben dile getireyim istedim. Evek, böyle istedim.

so let it be written
so let it be done!

Diyorum ve başlıyorum.
  • Örüğüm günde 1 cm (santim evet.) uzasın. Yeteri kadar uzayınca dursun, uzamasın.
  • Telefonlar dışa ses vermesin artık, herkes "sessiz" modda çalıştırsın telefonları. Kırolar sokak ortasında açmasınlar müziği..
  • Toplu taşıma araçlarındaki tanımadığım ve bugüne dek hiç görmediğim insanlar, kankaymışız gibi takılmasınlar
  • Sandman'le anlaşma yapalım, o benim uyku ihtiyacımı ortadan kaldırsın. Bende ona her ay belirli miktarda kurban sunayım.
  • R.A. Salvatore benle birlikte roman yazmak istediğini söylesin bana. Sklemeyeyim...
  • Hiç uğraşmadan Almanca öğreneyim.
  • R+ bana oturmaya gelsin. Oturup takılalım, kanka olalım.
  • İkoncanların hepsi küçültülüp 50x50 piksel yapılsın. Yollara saçılsınlar, millet üstüne bassın. Gökten prezervatif gibi yağsınlar..
  • Tim Burton'la birlikte çalışayım, Quentin Tarantino'nun yardımcı yönetmeni olayım. Birlikte filmler çekelim.
  • Mersin'de frp oynayan insanlar bulayım, birlikte campaign'e başlayıp Quest'ten quest'e akalım. Ben DM olmiyim.
  • Bir sürü param olsun, tek tek sayamayayım.
  • Bu bir sürü parayla, devasa bi ev alayım. Eve kütüphane yapmayayım, bütün Ekşi sözlük yazarlarını bi salona toplayıp orada maaşlı olarak çalıştırayım. Beni siteye girme zahmetinden kurtarsınlar.
  • Ceren'in dediği gibi; Biri bana gelsin ya da gelmesin, sktret.
  • Sevgilim olmadığı gibi ihtiyaç duymama huyumdan kurtulayım. Sevgili edineyim. (Evcil hayvan edinmek gibi dimi?)
  • Her gerilim filminde olduğu üzere (korku filmi değil onlar.) bir grup arkadaşımla, perili, öcülü, böcülü bi yere gidip kamp yapayım. Arkadaşlarım merak edip, etrafı araştırırken, ben aynı yoldan geri döneyim. Hiç kendimi kasıpta olaylara karışmayayım.
  • Blog'umda 14195491589158918 tane izleyici olsun. Hepsi bana tap tap diye tapsın.
  • Joulia Stepanova ile evleneyim. (R+ Sonne'nin klibindeki opera sanatçısı apla.)
  • Lila Downs'la beraber düet yapalım.
  • WotC'ta çalışayım. (O.o)
  • Teknik resim öğretmenimin, steve gibi çocuğu olsun.
  • Japonya'ya yerleşeyim.
  • Annem kendi kendime bunalımlara girmesin. İyileşsin bir de..
  • Üç nokta kaldırılsın, artık iki nokta olsun..
  • Lüzumsuz insanlar kendilerini direk silsinler msn'den, uğraştırmasınlar bizi. Yer kaplamasınlar..
  • Yeni isteklerim olduğunda bu liste kendini otomatik olarak yenilesin, ben düzenlemekle uğraşmayayım.
İşte bunları istiyorum. Ben üye olmadım ama sizinde böyle karın ağrılarınız varsa eğer, http://istiyor.us/ a girip takılabilirsiniz. Güzel yermiş, öyle duydum.

Bu yazının parçası; R+ / Ich Will

Joulia Stepanova

Yeni Uygulama

Yeni bir uygulama başlattım, yerseniz. Yerseniz derken, uygularsanız diyeyim. Daha doğru, daha nazik, daha insancıl olur. Yerseniz biraz daha itici duruyor. Ama kullandım dimi? Kullandım evet.

Uygulamamızın olayı şu,

Ben Müzik eşliğinde yazan bir insanım. Her yazıda, beni körükleyen bir parça vardır mutlaka, önceden o parçadan bir kaç satır koyardım. Yazıya güzellik katsın diye, sonradan dedim ki, herkes anlamayabilir. İnsanız sonuçta... Ben; "Yazının Soundtrack'i ya da Cıngıl'ı" gibi bi olaya gitsem iyi olur dedim.

Beeyle, en aşağıya youtube, myspace gibin linkler veririm parçanın adını korum oraya. (Korum evet...) Sizde dinlerken yazıyı okursunuz.

Filmi 3D gözlükleri ile izlemek gibin bişiy bu. Bu aralar revaçta ya, takıyosun mavili kırmızılı gözlüğü. Bak öyle deyince aklıma Matrix geldi lan. Mavi ve Kırmızının olayı o mu ki lan? Eğer o'ysa ve ben yeni aydıysam, yorum atıp ezmeyin, küfrederim.

Uygulayın, mavi kırmızı farketmez. Her türlü veriyo ayarı bizim uygulama.



Deliler Gibi

Deliler gibi...

Aha bu akşam deliler gibi yazacağım işte. Öyle böyle değil hemde, Ceren'le olan konuşmamızın ardından boşladığım gerçeğini bi yüzüme vurdu. Oha falan oldum... Öyle oldum işte.

Küfürden konuştuk bugün, benim utanmaz bir varlık olduğum aklına öyle kazınmış ki, sövmek isteyipte sövemedim diye utanınca, şaşırdı. Şaşırdı lan bildiğin, utanmaz mışım ben!?

Bi kere gördünüz mü benim iletimde küfürlü bişey? Şu yazılar içerisinde anaların bacıların havada uçuştuğunu bi kere gördünüz mü? Göremezsiniz, yazmıyorum çünkü. Ama bundan sonra yazıcam, hatta küfürlere yeni bir boyut kazandıracağım. Öyle esaslı söveceğim ki kıskanacaksınız küfretmeyi. Özendireceğim sizi, sigaraya başlatır gibi küfüre alıştıracağım.

Çok atar yapmış gibi mi durdum be? Öyle ama... Atar yaptım.

Bu arada, atar yaparken babamın telefonu çaldı. Fransızca çalıyor adamın telefonu! Şey müziği gibi... Şey gibi işte aburakoyi... Garipsedim, bende istedim o melodiden, gönderemedim telefonuma.

Ha bu arada, söz konusu telefondan açılmışken, o telefonu toplu taşıma araçlarında, insanların bir araya gelip sosyalleştiği mekanlarda sesi açıp müzik dinleyerek ÖKÜZlere iyi bir çemkireceğim.

ADAM OLUN LAN!

Önceden görmemiştiniz, bilmiyordunuz çekip çükünüzü kopardınız. Çüksüz kaldınız, hiç mi ders almadınız aburakoyi? Hala insanlıktan nasibini almamış gibi görgü fukaraları gibi davranmaktan vazgeçin.

Sigarayı bırakmak, uyuşturucudan kurtulmak için terapiler uyguluyorsunuz, dünya bi para döküyorsunuz. Biraz da şunların halini görüp, yardım dernekleri olarak mallıktan kurtarın insansıları (insan demiyorum bak dikkat et.) vatana millete kazandırın. Ne bileyim, telefonları makatlarına fitil olarak tatbik ettikten sonra, arayıp titreşimi yaşatın felan.

Anlarlar mı ki? Anlamazlar...

Evet, bu arada, deliler gibi yazıyorum dedim. Yazdım işte! Okuyun lan.

Yazının Soundtrack'i: Frankie Valley - Stay (Just a little Bit Longer)

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Kurbağa Prenses ve Fikirler Diyarı

Her gece aynı terane, yazıyorum işte bak bu sefer. Kendimle savaştım ve kazandım. (Garip dimi?)

Ne yazacağımı bilemeden öyle, laf arasında geçiştirilen şeylerden böyle tadımlık bir şeyler karalayıvereyim dedim. Karalamakta pek demode olmaya başladı artık. Ne karalıyosun olm? Bal gibi klavye işte, neyine karalıyorsun?

Değişik fikirler geliyor bu aklımıza, çoğul eki kullandım evet, tek başıma bulmadım onca şeyi. Dostlarında katkısı oldu ama hayata geçirilecek projeler değiller. Kişisel olarak kullanımı olabilir, sonra tutarsa fikiri satarız diyoruz.

Ne gibi?

Misal, evcil hayvan olarak, öptüğünde prense ya da prensese dönüşen kurbağa... Nasıl ama ? Alıyosun öpüyosun. "Boş yok!" diye de reklamını yaptın mı tamamdır!

Çeşitli yastık fikirleri de var ama onlar tutar gibi, bu yüzden çalınmasın diye fikri yazmıyorum buraya. Değişik şeyler bulursam kaydederim yine.

Her gece bilgisayarın başına oturup, ha yazdım! ha yazıcam! Güzel bi de konu bulurum, yazarım uzun uzun! diyordum. Olmuyormuş a dost... Yazamıyormuş insan...

Kurbağa olayını bir deneyeyim, haber vericem size de... ;)

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Gökkuşağının Üzerinde Bir Yerlerde

Karışığım...

Parça parça, tane tane, birbirinden ayrılmış ama bir arada duran onlarca zerreyim. Biraz hareket edebilse, bir kuvvetle savrulsa birbirine karışabilecek su damlacıkları gibiyim. Vurduğunda dağılan civa misali oradan oraya akıyorum bilinçsizce...

Sözcükleri maddeleştirebilseydik eğer, her biri farklı bir şey olur çıkardı. Emir sözcüğü olarak düşünmeyin, istediğimizde yaratabileceğimiz şeylerden bahsetmiyorum. Söyleyiş tonumuz ve söylediklerimiz hakkında anlatmak istediklerim.

Kağıt kesiği gibi acıtan ve sevimli gülümsemelerle servis edilen sözcükler vardır ya, ah işte onlardan bir tane istiyorum. Yanına bir de ağır hasar veren, en ağır küfürlerden değil de, daha içten gelen, insana kendini koca bir sıfırmış gibi hissettiren cümlelerden getirin. Immm... Aperatif olarakta, biraz sorun olayım, küçük bir tabakta olsun lütfen.

Tüm bunları yedikten sonra, üstüne sigara niyetine çekilen sözler vardır ya. Ah onlar gerçekten güzel, seviyorum onları, doğal ağrı kesiciler onlar. En çokta onlardan istiyorum, farklı dostların doğumgünü armağanları gibi, güzelce paketlenip getirilsin önüme...

Ve geliyor akşam yemeğim...

Ve böylece bencilleşiyor, böylece iğrençleşiyor, böylece nefret edilesi bir varlık haline geliyorum. Böylece, iğrenç görüntümün altından gerçekleri görüyor, izliyor ve beynime kazıyorum. Böylece, sizi sizden daha iyi tanıyor ve sevgimi sunacağım kişileri özenle seçiyorum. Böylece, beni yüz üstü bırakmayacak dostlar ediniyor ve onları Gökkuşağının üzerinde bir yerlerde konuk edip, güneşi korkmadan izleyebilmelerini sağlıyorum.

Böylece kanıyor, böylece acı çekiyor ve böylece kabuğumdan sıyrılıp, içinde yattığım iğrençlik kozasından arınıyorum. Böylece, Gökkuşağının üzerin çıkarak dostlarımla bir araya geliyor ve yıldız ışığının görebiliyorum.

Teşekkürler, benim minik tetikleyicilerim...