23 Haziran 2009 Salı

Kesikler

Sakallarımı kestim...

Öfkeydi usturam. Ellerim titremedi bu kez, kurbanlık koyunlara vurulan satır gibi indirdim tenime. Kanadı etim... Tıraş köpüğüne karıştı kan, pembeleşti... Tekrar yüzüme sürdüm... Tel tel yolunurcasına kopuyordu. Paslı ustura kan olurken hiç acımıyordu ama...

Sakallarımı kestim...

Bir kez sürdüm köpüğü yüzüme, kanlıydı bu kez. Tıpkı kurban kesim yerlerinde biriken kanların oluşturduğu köpükler gibiydi. Bir kez daha, bir kez daha sürdüm. Yüzüm, köpük olmadan da yeterince beyazdı zaten. Kan noktacıkları belirdi çenemde, yanaklarımda... Sakalım yoktu artık. Etimi kestim...

Sakallarımı kestim...

Kolonya acıtmıyormuş, inanın. Yüzümde onca kesikle, değdiğinde alkol bedenime rahatladığımı hissettim. Kan damlacıkları kuruyup pıhtılaştılar, renkleri koyulaştı. Dokunsam düşerlerdi belki, ama dokunmadım. Hatıra olarak kalsınlar...

Sakallarımı kestim...

Yoklar artık... Artık daha efendi bir çocuk gibi görünebilirim. Artık, Onlar'ın istediği gibi olabilirim. Artık, iyi bir evlat olabilirim...

19 Haziran 2009 Cuma

Süpergiller

Ali, üniversiteyi başarı ile tamamlamış, iş bulma derdinde olan bir gençti. Oldukça temiz, saygılı ve son zamanlarda bulamayacağınız dereceden efendi bir gençti. Ayla ise varlıklı bir ailenin tek kızıydı. İkisi, komşu olduklarından mütevellit çocukluklarını birlikte geçirmişlerdi. Ayla biraz garip bir kızdı, tabi "o zamanlar" için bu durumu gariplik olarak sayılıyordu. Ali ise Ayla'nın tüm kötü yanlarını bir kenara bırakıp, onu olduğu gibi sevebilmişti. Temiz çocuktu Ali...

Sonra zaman geçti, ilerledi... Büyüdüler, Ali askerliğini yapıp iş buldu. Daha sonradan, Ayla'ya açılarak, evlenmek istediğini dile getirdi. Ayla'nın da gönlü vardı Ali'de.. Anlaştılar. Hoşlanmışlardı birbirlerinden, zaten çocukluklarını birlikte geçirmişlerdi. Güzel kızdı Ayla... Ali'nin aklını başından alalı uzun zamana geçmişti.

Ali durumu babasına anlattı. Annesi zaten biliyordu Ayla'yı sevdiğini... Mahmut Efendi, Ali'nin babası, emekli memurdu. Bugüne dek haram nedir bilmeden çalışıp, alnının akıyla çocuklarını büyütmüş, iyi bir eş, iyi bir baba olmuştu. "Madem öyle, gidip isteyelim o halde. Tabi kızında gönlü varsa..." Dedi iyice düşünüp taşınıp kararını verdikten sonra. Ali sevinçliydi Ayla'ya haber verdi, o da ailesine...

Ayla'nın ailesi, mahalledeki ailelere göre biraz daha farklıydı. Ayla'nın bir erkek kardeşi vardı, henüz genç, on beş yaşlarında, lise çağlarında. Mehmet idi adı. Babası Cevat Bey ise, emekli Süper kahramandı. İşte Ayla'nın garipliği de buradan geliyordu...

Ayla durumu babasına açıkladığında, Cevat Bey'in içi rahattı. Bir çok kimseler istemişti Ayla'yı, henüz genç olsa da, bir çok kişi talip olmuştu. Lakin, Cevat Bey'in içinde bir huzursuzluk vardı. Bugünlerde kız büyütmek kolay mesele değildi, çevrede onca it çakal, rahatsız ediyordu yavrucakları. Maddi açıdan sorunu yoktu Cevat Bey'in, devlet maaş bağlamıştı ona. Yaptığı işlerden ötürü, Gazi bile sayılabilirdi.

Gün geldi çattı, akşam oldu. Ali telaşlıydı, annesine sürekli bir şeylerin yolunda olup olmadığını soruyordu. Berber en kıyak tıraşını yapmıştı Ali'ye. Mahmut Bey balkonda, cigarasından bir nefes çekerken, oğlunun nur yüzünü gördü aşağıda. Necibe Hanım, geçen bayram aldıkları takımı ütüleyip, hazırlamıştı bile. Oysa, kız evinde hiç telaş yoktu. Cevat Bey, her zamanki gibi gazetesini okuyor, Ayla etrafı derleyip toparlamıştı. Mehmet bilgisayarın başında, vakit geçiriyordu.

Kapının önüne geldiklerinde, Ali'nin temiz yüzünü boncuk boncuk terler kaplamıştı. Zile bastıklarında, Ayla kapının önündeymiş gibi hemencecik açıverdi kapıyı. Pekte güzel olmuştu Ayla, Ali bir kez daha aşık olmuş gibiydi. Mahmut Efendi bir can sıkıntısıyla ayakkaplarını çıkarıp, içeriye girdi. Hemen arkasından Necibe Hanım. En son ise Ali...

Eller öpüldü, başlara konuldu. Ali ile ailesi, üçlü koltuktaki yerini aldı. Herkesin yüzünde bir gülümseme vardı, Mahmut Efendi'nin dışında. Rahatsız olmuştu Mahmut Efendi nedendir bilinmez... Mehmet can sıkıntısıyla etrafına bakınıp, salondan kaçmak için fırsat arıyordu. Annesi dirseği ile Ayla'yı dürttü. Şeker ile kolonya...

Ayla; Ali'nin en pahalısından seçip, özenle paketlettirdiği şekerlemeleri yerinden hiç kıpırdamadan karşıdaki sehpahanın üzerinden alıverdi. Söylemedik değil mi? Ayla'nın zamanıyla deri hastalığı dedikleri bir durumu vardı. Lastik gibiydi kızın vücudu, kolları kemik yokmuş gibi uzuyordu. Vücudu fazlasıyla esnekti. Bir vakitler Cevat Bey kızını Jimnastik'e yazdırsa da, spor hocaları kızın durumunu kabul etmeyip, adil olmadığından çıkarmıştılar takımdan...

Mehmet bir hızla koşup içeriye gitti geldi. Ali göz açıp kapamıştı ki, oğlan yerinde duruyordu. Şaşkındı Ali, Mehmet mahallenin futbol takımında kaptandı gerçi ama bu kadar da hız olmazdı hani. Cevat Bey öksürüverdi uyarır gibisinden, Mahmut Efendi usulca kaldırdı başını zoraki gülümsedi.

"Nasılsınız Mahmut Bey?"
"Hamdolsun çok şükür, sizi sormalı Cevat Bey..."
"Sağolun iyiyiz bizlerde.."
"Ayla kızımızda pek güzel olmuş bugün..." Diye girdi söze Necibe Hanım.
"Ali Beyoğlumuzda pek yakışıklı maşallah..." Diye ekledi Ayla'nın annesi...
"Oğlumuz ne iş yapıyor?" Diye sordu hemen ardından Necla Hanım, Ayla'nın annesi..
"Gazetecilik..." Dedi Ali kendinden emin...
"Clark Kent gibi yani? Pek iyi, pek iyi... Bizim oğlanda Starks'ta staja başladı. Hayırlısı olsun ya..."
"Buyur?" Deyiverdi Mahmut Bey, şaşkın şaşkın...
"Gazeteci, Clark Kent, Süpermen..." Dedi Cevat Bey, o da şaşırmıştı. Bilmiyor olabilir miydi ?
"Yok efendim, normal gazeteci bizim oğlan..." Dedi Mahmut Bey, sıkıntısı bu yüzdendi işte.
"Aa.. Anladım." Dedi Cevat Bey, severdi Ali'yi. Temiz çocuktu Ali... Ama gel gör ki bu devirde...
"Bilirsiniz pek severiz biz Ali oğlumuzu ama bu dönemde yaşam pek zor, böyle ek işle, olmaz ki." Diye ekledi, severdi dedim ya Ali'yi... Ama kızını daha çok severdi. Mutlu olsun isterdi...

Dayanamadı Mahmut Bey, oldum olası kıskanmıştı zaten Cevat Bey, biliyordu bugünlerin geleceğini. Ayağa kalktı, "Bak beyim! Sana iki çift lafım var..." Dedi, oysa Cevat Bey hazırlıklıydı zaten. Sakin bir hâl içerisinde, anlayışla karşıladı Mahmut Bey'i... "Yorma kendini Mahmut Efendi..." Dedi, "Ben aklını okudum zaten." Diyerek gülümsedi.

"Yürü hanım gidelim..." Dediği gibi kapıdan çıkması bir oldu Mahmut Bey'in.. Süper kahraman değildi lakin böyle bir durumda, 100 metreyi 8 saniyede alırdı Mahmut Amca. Onca yıl ter dökmüş çalışmış, çocuğunu büyütmüştü. Alnının akıyla işinden emekli olmuş, çocuklarına haram lokma yedirmemişti.

Ali'nin yüzünde bir buruk ifade, kapıdan çıkarken Ayla ağlamaklıydı. Böyle mi olacaktı sonları? Herkes şanslı doğmuyordu artık...

"Sana bu çocuğu bir kimyasal batırıp çıkaralım dedim değil mi?" Diye yankılandı Necibe hanımın sesi boş sokakta, Mahmut Bey ise "tövbe" çekip duruyordu...

Bu yıllarda 'normal' olmak zor zanaattı efendim, zor zanaat...

Dipnot: Bu yazıda geçen, tüm isimler, kişiler ve kuruluşlar, tamamen hayal ürünüdür. Clark Kent ve Starks isimleri ise çeşitli Süper Kahraman filmlerinden alıntılanmıştır.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Küçük Şehirler ve Büyük Köyler

Hava değişikliği adı verilen olayı yaşadığımın farkına varalı uzun zaman oldu. Algılamam gerekenden geç algıladığımı kabul etmeliyim. Bazı şeyleri yaşayarak öğrenirsiniz. Bu da o 'şey' lerden biri işte.

Büyük Köyler'e gittiniz mi hiç bilmiyorum. Ben oradaydım, büyük bir köyde...

Aslında ilk bakışta tam bir köy havası estirir, kokusundan iğrenirsiniz. Sonra, içine doğru sokulup büyüdüğünü, genişlediğini görünce bir şehir olduğunu düşünürsünüz. Hayır yanılıyorsunuz, kesinlikle öyle değil. Düşüncelerinizi sonlandırdığınız ve karara vardığınız nokta, başlangıç noktanızdır. Burası bir köy havası verir size, çünkü öyledir.

Tuzak içinde tuzak, soru içinde soru, iç içe geçmiş resimler galerisi, dünya'nın görünmeyen yüzü, Türkiye'nin Transilvanya'sı...

İşte tam burası!

Başka bir yerleşke ile kıyasladığınızda, "Aynı şurası gibiymiş..." diyeceksiniz. "Benzer..." Evet, uygun kelime bu olmalı. Benzer...

Benzerliklerini farkedeceksiniz ilk başta. Bankalar, Postaneler, Okullar, Sokaklar, Araçlar hep aynı. Yolların yönü, tabelaların şekli, reklam panolarının ışıkları, yiyeceklerin tadı, yastığın ya da kadının yumuşaklığı...

Hepsi 'benzer'
Evet, bugünün kelimesi 'benzer'

Fakat, bu büyük köyler ve küçük şehirleri birbirinden ayıran bir nokta var ki, bu da aslında hepimizin bildiği, gördüğü, yaşadığı bir 'şey' . ( Burada yer alan 'şey' kısmına, uygun olduğunu düşündüğünüz bir sözcüğü ekleyebilirsiniz. Cömertliğim üzerimde. )

Bu nokta; "Çeşitlilik"

Zengin görünmesi için masaya konulan, üç-beş değişik peynir türü ya da salatanın içine dolduran binbir türden malzeme gibi "Çeşitlilik" ten bahsediyoruz burada. Tam olarak söylemek istediğimi açıklayan cümleler bunlar...

Kısacası; Jelibon aynı jelibon, kadın aynı kadın, el kremi aynı el kremi, kitap aynı kitap, gitar teli aynı gitar teli, çekmece aynı çekmece, kıravat aynı kıravat...

Yani, hepsi yapması gereken işi yapıyor, hepsinin olayı aynı. Bir başka şehirde değişmiyor ama çeşitleri değişiyor. Daha çeşitli insanlar görüyor, daha farklı olaylara tanık oluyor, daha çok yaşamı izleyebiliyoruz. Mutlu olabilmek, üzülmek, sinirlenmek ya da ağlamak için daha fazla sebebimiz oluyor. Bize herşeyin "daha fazla" sını sunuyor. Bizi; daha "Daha"* yapıyor.

Bu yüzden, koca taş yapılar içinde oturup, devasa park alanlarının arasında gezip, daha fazla yaşama tanık olanlar, "Canım sıkılıyor, ölüyorum sıkıntıdan, gitmek istiyorum buradan." gibi cümleler kurmasınlar, okusun anlasın incelesinler, farkına varsınlar, bu söylediklerimi yapmazlarsa camdan atlasın, yere çakılsın, asfaltla sevişsin ve ölsünler...

"Bu şehirden gideyim de, neresi olursa olsun." Tribinde olanlar; İşte böyle nefret ettim sizden...

*Daha
: Tek başına okuyunca, ne kadar da aptalca bir sözcükmüş değil mi? TDK'de bir sürü anlamını buldum. Ne gerek var ki canım, okuyunca anlıyorsunuz zaten =)

14 Haziran 2009 Pazar

Olacak Olan Olur

Olacak bir şeyler...

Hemde ne biçim. Ama bir tetikleyiciye ihtiyacımız var. Fakat bunu biz sağlayamayız. Hem bomba, hem tetikleyici olamazsın. Bu işler böyledir...

Doğal bir tetikleyici sayesinde, dünyayı havaya uçurabiliriz.

Bekliyoruz...

Birisi tetiğe bastığında, hazır olacağız...

Biri fişimi çeksin..

13 Haziran 2009 Cumartesi

Geri Bildirim

Geri Bildirim.

İşte geri bildirim, bildiriyorum. Nereden? Dünyanın bir yerlerinden. Çok kısa bir sürede hallettim ama bana senelermiş gibi geldi. O kadar sinir, o kadar stres nasıl oldu da bir günde birikti hayret ettim. Ders çalıştırmadı, uyutmadı, yedirmedi, içirmedi... Afedersiniz, sıçırmadı...

Döndüm okuyucu, yani işler tıkırında.

Tabi, bir karıncaysanız... Ben değilim, bu yüzden kendi ağırlığımın on katı kadar olan eşyalarımı nasıl olacakta taşıyacağım diye çaresizce düşünüyorum. İşin en kötü tarafı, elinizde kalan son paranın işlerinizi hallettikten sonra artmaması.. Ucu ucu yetmesi...

Ucu ucuna yetme tabirini hiç sevmiyorum. O durumda olmayı da sevmiyorum, borçlu olmaktan iyidir ama ucu ucu yetmeyecek, ben her zaman zorlanmamak için kabloyu biraz daha fazla kestim ya da her zaman malzemeyi biraz bol koydum. Hiç ucu ucuna yetirmedim ya da arttırmadım. Böyle olmalı herşey...

Ucu ucuna yetirmek ne lan hem? Erotik bir deyim gibi... Bakınız, cümle içerisinde kullanalım.

-Yetiyo mu hanım?
-Ucu ucuna yetiyo bey...

Gibi... Çok kötü...

Neyse, stresimi atıp, sinirleri boşaltmanın verdiği rahatlık, edepsizlik ve şuursuzlukla yazmış olsam bile, geri dönüp bir şeyler yazdığım için mutlu ve gururluyum. Bu bana sorunlarımı halledebildiğimi bir kez daha hatırlatıyor ve beni rahatlatıyor. Bu duyguyu seviyorum ama bu duygu için öncesindeki strese katlanmak zorunda olmadığım sürece katlanmam...

Bir süre buralarda olmayacağım ey okuyucu, sen buralardasındır biliyorum. Bu sayfada olmasanda dünyanın bir yerinden dalıyorsun internet denen deryaya, arada bir buraya uğrayıp yazıları okuyupta; "Bu ne biçim blog lan?" dersen eğer, bahtiyar olurum.

Ben gidiyorum, kendinize dikkat edin. Bir şey olurda, yazmazsam bilin ki; Tren kazası geçirdim.

Çüş ulan artık bu kadar da geri bildirime sardırılmaz ki arkadaş, sürekli yok gelmezsem, yok bilmemne olmazsam. Bırakayım lan ben bu işleri, hakikaten...

11 Haziran 2009 Perşembe

Bir Adım Daha Attı ve İyice Boka Battı

Bok'a battım ey okuyucu...

Biliyorum, sende benim gibisin ama benimki daha bi beter be... Öyle böyle değil, elbet geçer bu günler diyebilecek takatim kalmadı. Öyle psikolojik bunalımlar değil, bulantılar değil, manevi hiç değil....

Tamamen duygusal... Tamamen...

Yeni şeyler ekledim Blog'a, takip ediyorsan görmüşsündür. Böyle, tepkini göstereceğin kutucuklar var oralara tıklıyorsun. Google'dan arama şeysi ekledim. Şimdi sen bana; "Ulan ben arayacaksam Google'a girer oradan ararım." diyeceksin. Ama yanılıyorsun ey okuyucu, çünkü bu arama zımbırtısı sadece benim blog'um içerisinde geçerli. Böyle de ayrımcılık yaparım, kendime yontarım ben.

Alakaya maydonoz diyeceksin ama kafamı dağıtmaya çalışıyorum. Dağıtamadım hala, kötü durumdayım. Şuraya yazayım bari sıkıntımın bir kısmını kusayım istedim. Ortalığı batırdıysam, kusura ba... Dur lan, burası benim blog'um! İstediğimi yaparım.

Vay anasını, sana bile atar yapmaya başlamışım. Vaziyet gerçekten kötü. Tüm kaynakları zorlamadım belki ama son noktaya geldik sayılır. Bir günüm var, haber bekliyorum. Eğer olursa, biraz daha rahatlarım. Ama olmadı, sonunda Big Boss'a söylemek zorunda kalacağım. Bu bana olan güvenini sarsacak, kızacak, tartışacağız.

Sürekli arayıp dersleri soruyor, dersler kolay, dersler iyi güzel de... Nakit... Nakit işi kötü...

Yarından sonra, bir müddet giremeyeceğim Blog'a. Eğer bu akşam bir şeyler karalamazsam tabi. Bu süre ortalama 1 hafta. Bu bir haftalık süreç içerisinde beni bekleyin. Eğer, bir daha gelip bir şeyler yazmazsam. Bilin ki, Meksika mafyası kiralık katilleri, Las Vegas'ta bir tefeci ya da daha kötüsü olarak mahkemelik işlerim olabilir. O günden sonra, hayat zindan olur okuyucu...

Ama hala ümidim var. Yeterince meşrubat, yeterince puro, sigara var. Kimsenin açlıktan öldüğünü sanmıyorum zaten. Bir şekilde idare edeceğim.

Dua et bana okuyucu, ateist isen şans dile, şansa inanmıyorsan para gönder. Bir şeyler yap işte, bilmiyorum.

2 Haziran 2009 Salı

Yavaş Çita




















İşte size bir Yavaş ÇİTA! Ahahahaha!


Photoshop'u seviyorum!

Gece Yarısı Bulantıları

Bulanıyorum...
Una bulanan tavuk gibi...
Kana bulanan zemin gibi...

Dünyanın bir yerlerindeyim, muhtemelen arka kısmına denk geliyor. Tarif edilemeyecek kadar karışık herşey... Sonra bulantılarım başlıyor, dünyanın sıcağıyla birlikte. Kusacak gibi oluyorum. Kusmaktan nefret ederim, nefret ettiğim hâlde yaparım. Galiba mazoşist'im...

Aslında, burada anlatmadığım bir çok şeyden haberiniz olsaydı. Hemfikir olurdunuz benimle... Oysa fikri bir, zikri bir biri değilim. Olamadım hiç... İçime attıklarım, tüm dünyanın tımarhanelerini dolduruyor. Bilemezsiniz, ah bilemezsiniz...

1'lerden ve 0'lardan oluşan yaşantımda, 0'ların ezici bir üstünlüğü var. 1'lerim az olsa da, yetinmeyi biliyorum aslında. Çalışıyor ve çabalıyorum... En azından deniyorum.

Çalışıyor
Çabalıyor
Deniyor
Beceremiyor
Yeniden çalışıyor
Yeniden çabalıyor
Yeniden Beceremiyorum
Sonra, 'Bulanıyorum...'

"Tuz yok mu ya!?"

1 Haziran 2009 Pazartesi

Cover Me With Death!

Dolu dolu bir gündü ama neye yarar, yarından sonra sınavların tepeme çökeceğini bildiğim zaman. Oturup çalışmak, defter kitap açmak şart oldu. Kalem tutmak şart oldu.

BEN!
Ders çalışmayan ben!
En derste uyuyan ben!
Sınavlara çalışmadan girip, yüksek not alan ben!
En iyi sunumların adamı!
En iyi çizer olan ben!
Sorduklarında; "Ne alttanı? Sende!" diyen ben!
En yetenekli öğrenci!
En becerikli iş elemanı!
En iyi Go-Kart Sürücüsü!
En kadınların istediği erkek tiplemesi!
En etkileyici!
En muhteşem!
En zeki!
En yakışıklı!
En kendini beğenmiş!
En alaycı!
En kibirli!
En duygulu!
Tanrı'nın en iyi yaratımı!
...
Olan BEN!

Ben; Bu hallere düşecek adam mıydım?

Cover Me With Death If I Should Ever Fail