20 Aralık 2010 Pazartesi

Gitmem gerek, bu günlükler eskidi artık. Üstü parçalanacak ağaçlar kalmadı. Her biri yeterince tırnak iziyle dolu zaten. Bu tozlu yaprakları da eski bir sandığa kaldırıp, okyanusa fırlatmak gerekiyor şimdi.

Artık yeni ağaçlar bulmam gerek, tırnaklarımla kazımak için...

22 Kasım 2010 Pazartesi

Tembellik




Bazen bir şeyler yazmak istersin ya.
İçinden atamadığın şeyleri, kağıda tükürmek istersin.
Havaya, duvara sövmekten iyi gelir.
Sonra yakandan tutup, sabana sürerler seni.

O zaman ağzında biriken kusmuğu yutar gibi yutarsın.
İçten içe miden burkulur ama ses çıkaramazsın.
Hazmetmeye çalışır, başaramazsın.
İnsanlar, caddeler, yeni açan çiçekler mideni bulandırır.

İşte böyle zamanlarda alkolü, sigarayı bırakmalısın.
Böyle zamanlarda sevgilinden ayrılmalı,
Yürüdüğün sokakları değiştirmelisin.
Böyle zamanlarda evden dışarıya çıkmadan,
Günün geçmesini beklemelisin.

Herkesin içinde yaşadığı sıkıntıları duymadan,
Kendi sıkıntına pek takılmadan,
Fazlaca yaşadığın günlerin faizini böyle ödemelisin.
Kendine vakit ayırıyormuş gibi yapıp, tembellik etmelisin.

Bazı zamanlarda,
Değişiklik yaratmak gerektirse,
Kendin ya da birileri için,
Hiç birşey yapmaman gerekir.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Köpekbalığı

Ben yine o yaşlı köpek balığı..
Sığ sularda geziyorum bu kez.
Çırpındığım o dalgalar yok artık.
Kahramanlık dolu öyküler bitti.

Parçaladığım denizciler gelmiyor artık,
Etrafında gezindiğim ıssız adaya,
Kendi kumdan labirentimde,
Yemeye değmeyecek, küçük balıklarla yaşıyorum.

En büyük sıkıntım,
Korkusuzca yüzerken,
Kendi tropik cennetimde,
Tek şeytan olmak belki de..

O tehlikeli sulara özlemim,
Tüm bu rahatlığın üstünde şimdi.
Ve ben, gözü yaşlı köpek balığı..
Şimdi çıkmaya çalışıyorum.

29 Temmuz 2010 Perşembe

İyi Kötü Adam




Bizler,

Dünyanın yakından tanıdığı,
Kötü adamların ta kendisiydik...
Öylesine yalnız,
Öylesine kinli,
Öylesine hırslıydık ki...
Her an patlatabilirdik dünyanın yarısını,
Eğer isteseydik..

Her birimiz, biraz çirkin,
Biraz vahşi, biraz centilmendik..
Bizler bir çok kişinin sevdiği,
Hayran olduğu kötü kişilerdik...

Bir elde silah,
Diğer elde dünya denen elma..
Vurmak için can atar,
Bilinçlice beceremezdik.
Hep ıskalar, hep vazgeçerdik..

Bizler, sizin bildiğiniz o kötü adamlardık hep.
Aranızda dolaştık, gezdik, sizlerle tanıştık.
Siz bizim için hep; "İyi adamlar ya" dediniz.
İnandık...

Ennio Morricone - The Ecstasy of Gold

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Ruhumun Olumsuzluk Eki





Uzun zamandan bu yana, bende bir şeylerin eksikliği ve bir şeylerin fazlalığı var. Söz konusu dengeler olunca, her daim bundan bahseden biri olarak, bu "bir şeyler" i tutturamadığımın farkına varalı çok oldu ama tam anlamı ile boş bir anda düşünme fırsatım olmamıştı.


Ortada orantısız bir şeyler var.

Bu orantısız durumlar, hayatımdaki bir takım planları alt üst etmekle kalmıyor. Farkedemesem de, kendi içimde yaşadığım lale devrinin hemen ardından beliren çöküşün habercileri yavaş yavaş geliyor üstüme. Hızlı bir kemer sıkma politikası ile durumları düzeltmek için çalışmalara başladım diyebilirim. Tabi ki, bunun önleyip önlemeyeceğini ileri ki zamanlarda göreceğim.

Ama farkettiğim bir şey var. Tanrı insanlara oruç tutmaları gerektiğini bildirdiğinde, gerçekten ne yaptığını biliyordu bence. Ramazana kadar bir ön hazırlık düşünüyorum aslında. İstek ve arzularımı bastırmaya çalışmalıyım.

Şu ana kadar bahsettiklerim, binlerce yaşam içerisinde, genellikle beni ilgilendiren (bazen benden çok annemi ilgilendirdiğini düşünüyorum da.) hayatımdaki maddi problemler. İş, duygusal boyuta gelince (yok yok, gerçekten duygusal) işler biraz daha normal gibi. Yani benim normalimde.

Melankoli, bana taşındığından bu yana çekip gitmeye hiç niyetli olmayan bir arkadaş gibi davranmaya başladı. Kovamadığınız, istesenizde evinizden kovamadığınız gereksiz bir dost sanki. Fakat şunu söyleyebilirim ki, bir an için, yalnızca bir an için iplerin benim elimde olduğunu hissettim. Hemde, muhtemelen hayatımın yalnızca bir kaç gününü dolduran bir insanın varlığı ile yakaladığım özgüvenin tasmasını bırakmaya hiç niyetim yok.

Bir büyüğümün söylediği üzere, inandığım takdirde bir şeyleri başarabilirim. Bunu yaşayarak öğrendim, dalga geçtiğimiz o reklamdaki aptal kızın söyledikleri aslında ne kadar anlamlıydı. İnanırsak oluyor hakikaten. Öyleyse, neden inanmayalım ki ?

İşte bu inançla, bir şeyleri yapma kudretini kendimde bulurken, göğüs kafesimin altında beslediğim evcil hayvanımın sözcüklerini duyabiliyorum. Ruhumun olumsuzluk eki, her seferinde bana bir 'yapamayacaklarım' listesi çıkarıp duruyor. Ve ben hayatımın büyük bir çoğunluğunu, ona uyarak geçirdim diyebilirim.

Bütün isteksizliklerimin anası, üşengeçliğimin kaynağı olan bu küçük lemura karşı bir şeyler yapmaya başladığımı hissediyorum. Onu yok edemem, şu anda bile bitmek bilmeyen telkinleriyle bir şeylerden vazgeçmem gerektiğini söyleyip duruyor. Dediğim gibi onu yok edemem ama sindirebilir, hakimiyet kurabilirim. Ben ki, koca tiran. Neden yapamayayım?

İçinizden herhangi biri bana, yapamayacağımı söylerken ve bildiğim bir şeyler var ki, yapamazsın ayağı çekerken geçerli bir neden söyleyebilir mi ? Sanmıyorum. Elbette onları suçlayamam çünkü bu düşüncelere sahip olmalarını sağlayan benim, bunu onlara ben hediye ettim. Tüm başarısızlıklarımı, vazgeçişlerimi ve kayıplarımı... Ben inanmıyorken, onlar nasıl inanabilirdi ki.

En azından şimdi ne istediğimi biliyorum. Bir parça istikrar, hepsi bu. Onu elde ettiğimde, beğendiğim bir şeylere bağımlı oluşum gibi bu sürekliliğe de bağımlı olacağım. Kurtuluşum yine bağımlılıktan olacak. Buna eminim. Sömürdüğüm kitaplar, filmler ve müzik grupları gibi. Hepsini bağrıma basa basa, boklarını çıkardığım gibi bu yeni duyguya da kapılıp gideceğim. Benim için aşkın yerini ancak bu doldurabilir sanıyorum ki.

Hepsinden önemlisi, buna inanıyorum.

Ve siz bu yazıyı okurken, ben bir zafer kazandım dostlarım. Günlerdir yapamadığımı yaptım, deşarj olmak için harcadığım blogumun sayfalarına, gerçek bir konuya sahip, eski ağdalı sözcüklerle dolu yeni bir yazı yazdım. Yavaşlığı aşıp topallayan bu çitanın ayağı düzeldi artık. Şimdi, tüm çayırlar korksun bende...

Çünkü, çok fazla toz kaldıracağım...

Dipnot: Parçanın soundtrack'i, yukarıdaki klipte de gördüğünüz gibi Korn-Make Me Bad. Jonathan Davis'in içinde gezinen o küçük şeye dikkat edin. İşte, ruhumun olumsuzluk eki olarak tanımladığım şey, tam olarak bu!

25 Mayıs 2010 Salı

Benbenbenbenbenbenbee...

Kendi mouse'um bile yabancı bana...

Bilgisayar ve internetsiz geçen o günler, çok fenaydı. Çok fena, ta ki bugüne kadar...

Kendimi kolları tamamlanmış bir adam gibi hissediyorum, bambaşka bir kişiymişim de, benliğimi yeni yeni buluyormuşum gibi. Biliyorum, bilgisayar bağımlısıyım. Halimden memnunum.

Yazma özürlü bir hale, yani bu hale gelene kadar ben ne yaptım bilmiyorum ama bilgisayarım yokken, çok fazla düşünme imkanım oldu. Artık, eve geldiğim akşamlarda kendime yapacak bir şeyler bulmuştum. Boş vakitlerimde plan yapmıştım, artık bir mal edasıyla ekrana bakmayacak, yeniden anime izlemeye başlayacak, delilercesine film indirecek, oyunlar kuracağım. Bunda kararlıyım, her şeyden öte, Cowboy Bebop: The Movie anime konusundaki iştahımı kabarttı diyebilirim.

Gayet tabi, bana aşılayan kumaşıma sevgiler burdan. Filmi izlediğimde, görüntülerin şahane olduğunu ancak anladım kumaş! xD

Geldik geri kalan kısımlara...

Başka şeyler var tabi hayatta, bir anda bir mutluluk patlaması yaşandı. Bozuk olduklarımızla düzeldik, abilerin kralı kardeşini kutsamış olsa ki, artık çalıştığımız yerde de yüzümüz gülüyor. Zaten, şu günlerde iş hayatı aptalca geçiyor, mallık git gide şiddetlenen bir hastalık ki, hafızaya çalışıyor diyebilirim.

Yarın tatil bana, yarın çarşamba, bilen bilir ben Çarşamba'ları severim. Mühimdir çarşambalar...

Ben bi seferi adam,
Sen o vazgeçilmez kadın...

Of of of of..

Bambaşka şeyler oluyor. Hatta şu anda, gözlerimin önüne direk, Yahşi Batı'da; "Bunlar daha başlangıç, çok daha büyük şeyler olacak!" diyen adam geldi. Yanımda aha, git git!

2 Mayıs 2010 Pazar

İstediğinizbaşlığıverebilirsinizbuna

Neden hala hayattayım?
Sanırım ölmek istemediğim için.
İnsanı rahatlatan tek şey,
Ölmek isterse ölebileceğini bilmesi.
Aslında katlanılamaz olan ölmek değil,
İstediğin zaman ölememek olurdu sanırım.

Akrostiş yapamadım, kusura bakmayın.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ben Kimleyim?




İnsan unutuyor her şeyi çarçabuk. Bir filin hafızasına sahip ben bile, unutuyorum bazen. Hayatta övünebildiğim tek şey hafızamken, bir şeyleri içten içe unutmayı isteyerek siliyorum dünyadan.


Ucuz bir romandan çıkıp, bu sandalyeye oturarak, bu ekranın başında sizlere bunları yazarken, en hafif mavi sakal parçasıyla dinleniyorum. Gözlerimi ağrıtarak dinleniyorum. Parça seçerken özen göstermeye çalıştım, elbette hiç biri sessizliğim kadar mükemmel olamazdı ama idare etmeye çalışıyorum...


İnsanların neler söyledikleri ile ilgili bir çok şey yazmışımdır sanırım. Bir önceki yazıda kustuğum tüm o kinlerle rahatlayarak, içi boşaltılmış bir şişe gibi devrik, ferahlamış bir şekilde tüm o tnt kalıplarını, navaron toplarını fırlatıp attım.


İnsanların söylediklerini önemsemeden yaşamak, sanırım özgür olmak gibi bir şey olsa gerek. Herkes her şeyi söylerken, hiç bir şey yapmamak gibisi yok.
O gün ve günlerden geriye kalan bir kaç şey var ama şu an için idare ediyorum.

Elbette, talihsiz tesadüfler var, elbette gitmeyi istediğim ve gidemediğim yerler var. Elbette olmasını istemediğim sınavlar var ama mecburiyet yok mu? Çok kötü...
Kim olursa olsun, hayatın bir noktasında, bir şeylere mecbur kalıyorsun. Acınma, aşağılanma, önemsememekten daha kötü bir şey varsa, o da mecbur kalmak olsa gerek. İstemeden bir şeyler yapmak, ne kadar verimli olabilir bilmiyorum.

Şu an için bir kaç gerekli şey dışında, sanıyorum ki hiç birşeye mecbur değilim. Biraz olsun rahatladım, biraz olsun ağırlığımı hafiflettim sanıyorum.


Birilerinin bunda etkisi var, birileri var, birileri bizi izliyor, birileri bizimle birlikte, birileri bize yardım ediyor, birileri sarhoş, birileri savaşıyor, birileri yaşıyor...

Peki...
Ben kimleyim?

Ben nerdeyim?

Sessizlik.. Kanımdan.. Daha.. Ağır...

11 Nisan 2010 Pazar

kinkusanadam

Filmin etkisi var mı bilmiyorum ama daha da kötü olabilir mi bilmiyorum. Yani, farkettim ki sorun bende. İnsanlarda bir sorun yok. İnsanlarla konuştuğunda; "Bu bir tek sende oluyor." cevabını alıyorum.

O zaman ben geçinilmesi güç, hatta imkansız bir adamım demektir.

İnsanlarla tartıştım. İnsanları istemiyorum. İnsanları istiyorum. İnsanlarla konuşurken çok samimi oluyorum, bu onların götlerinin uranüse sürtünmesine sebep oluyor. Ben insanlar tarafından çok konuşan biri olarak görülüyorum. Ben insanlara ihtiyacı olan bir adammışım gibi görünüyorum. Ne tesadüftür, her birine bir siktirname vermek için hevesliyim aynı zamanda.

Bundan günler önce; "Siktirnameleri hazırlamam gerek." demiştim. Yani, hayatıma iyi ya da kötü herhangi bir etkisi olmayan figüranların tamamını temizleyecektim. O karede bir tek ben olacaktım. Sevdiğim, sevmediğim tüm insanları temizleyecektim.

İnsanları çok umursuyorum ki, bütün bunlar oluyor sanırım. Ben Konya derken, onlar Hong Kong anlıyorlar. Sanıyorum ki, ben ağzımla değil, götümle konuşuyorum. İnsanlar ağızlarını kullandıkları için beni anlamamalarını doğal karşılıyorum.

Bak beyim! Beni hiç kimse arayıp sormaz. Beni sikseler, kimsenin ruhu duymaz. Ben böyle bir adamım. Hiç arayıpta, naber, nasılsın diye hatır soranını bilmiyorum. Arada sırada, yanlış mesaj gönderenler varsa böbürlenmesinler, hepinizi görebiliyorum.

Üstelik söz konusu sıradan insanlarsa tamam, bana tahammül edememeleri normal. Kadınlara, kızlaraysa hiç lafım yok. Onları da istemiyorum, eyvallah. Arkadaşlarıma gelince, her biri boğazına kadar dayanmış mıdır ki? Bugünlerde hep bir sebep bulup, bir noktadan sonra canımı yakmaya başlıyorlar.

Görüşme bitmiştir.
Görüşmek mi?
O da ne.
Kim farkına varır ki?
Burada hayat var!
Anlamıyorum seni!

Evet, ben geçimsiz bir adamım. Ben sizlerle konuşurken, beni anlamamanızı da normal karşılıyorum. Ben sizin zevkinize, zevklerinize hitap eden bir adam olmadım hiç bir zaman. Hatta, içinizden bazılarını sevip, öldüresiye sıktıysam da, bilinizdir ki değer verdiğim içindir. Yalnız, şunu da bilin ki, bundan sonra olmayacak. Afedersiniz.

O değil de, sarhoş tipi oldu yazı. Yani, gereksiz yere insanlardan özür dileyip, avrat gibi triplere girmeye benzedi ama gerekeni o sanıyorum ki.

Neyse, yatacağım. Bob Dylan'la kalın. Eğer okuyorsanız, üstünüze alının.

8 Nisan 2010 Perşembe

başkabibaşlık

Buraya bir sürü çığlıklar yazasım geldi. Yazı fontunu büyütsem, göz ağrıtmaktan öteye gidemeyecektim sanırım. Her türlü, çığlıklarımda kulak ağrıtmıyor. O sebepten, hiç göz yormayalım.

Tek bir soru var aklımda...
Çok değil..
Hepsi, hepsi bir tane...

Onlarca aşk şarkısıyla yorulan zihnimi, doyurabilecek bir başka kadın daha yok değil mi?

12 Mart 2010 Cuma

RE

Yıllar önce ellerimin arasında duran, turkuaz-beyaz Mor ve Ötesi kasedi geldi aklıma birden. Siyah bir poşedin içinde, evdeki kaset çalarımda çalınmayı bekliyordu. Yol boyunca, durduğum yerlerde kurcuklamıştım onu. Küçüktüm çok, sözcüklere ilgi duyuyordum.

O günlerde; "RE" idi şarkım.
Bugünlerde bambaşka şarkılarlayım.
Gün geçti yeniden "RE" geldi aklıma.
Açtım.. O çalarken zamanın ne kadar hızlı geçtiğini anlıyorum.
İçimde patlamaya hazır bir şeyleri, o güzel şeyleri anlatıyordu "RE"
Arka fonda "RE" çalarken, ben en sevdiğim şeyleri yapıyordum, temiz havada kırların üzerinde özgürce koşuyordum. Uçuyor, yüzüyordum...

Şimdi "RE" çalarken, monitor ışığıyla aydınlanan yüzümde, düşünceli bir ifadeyle, tuşlara basarak, bir şeyler başardığıma dair yalanlar söylüyorum kendime.

Yine ben miydim düşen?

21 Şubat 2010 Pazar

Kusm(a/u)k

Lilly! Lilly!

Neler oluyordu Lilly'e? Kimin umrundaydı ki? Şöfor koltuğunun yanında, önümdeki 38 derecelik camdan dışarıyı izlerken, eğer çarpmak üzere olduğumuz biri olsaydınız, ölmeden önce göreceğiniz son şey, bir gerizekalıya benzeyen yüzüm olurdu herhalde. Moron gibi bakıyordum, altımıza aldığımız yola. Teypte, Pink Martini 'Lilly' diye haykırıyordu...

İşten çıkmış her insan gibi, günümün kalanını değerlendirmeye çalışıyordum. Bundan sonra, mucize misali çıkıp gelecek arkadaşlardan birinin, tesadüf eseri, eve gidesim varken beni aramış olmasından sonra başlıyor tabii herşey. Lilly sonrasında bütün bunların...

Kendimi şehrin en kalabalık alışveriş dünyasına atıyorum, ki orası bir dünya, bir merkez ya da bir deniz feneri gibi bir şey değil, bir dünya. Oraya girip, en sevdiğim fast food dükkanından kendime, insanlık sınırlarını zorlayacak kadar yiyecek alıp, çalışan güzel kızın, bana bulduğu herşeyi yiyen bir Tarrasque'mışım gibi bakmasına katlanıyorum. Yiyeceğim onca şey ile birlikte gelen kararsızlığım, midesini bulandırıyor olmalıydı. Aldığı yüklü miktarda para bile, alaycı tavrını gizleyemiyor. Hayır, ben 64 kilo bir insanım. Boyuma oranla sıska bile sayılırım ama Tarrasque gibi yiyorum. İnsanlar buna şaşırır, ben ise şaşkınlıklarının içinde yemek yerim.

Tüm bunların üzerine içtiğim çay, Tanrı'nın yarattığı en güzel bitki sanki. Tanrı çayı kendi elleriyle ekip yetiştirmiş, porseleni kendi elleriyle perdahlamış gibidir. Hele ki, son günlerde gayreti içerisinde olduğum sigara bırakma çalışmalarında, ilk başarılı adımı atmış durumdayım ki, bu beni hiç ama hiç sevindirmiyor.

Yorucu temponun canı cehenneme de, boş kalan zamanlarını mecazi olarak değil, gerçek anlamı ile boş geçirmek kadar ölümcül bir başka şey var mı şu hayatta, düşünmek istemiyorum. Şu sigarayı tam anlamı ile bırakıp, spora başlarsam eğer; Ölene kadar durmadan koşmayı planlıyorum.

Her konuşmanın başında ve sonunda, bir Status mevzusudur gidiyor. Facebook'tan nefret etmeye başladım. Nefretimin sebebiyse, haliyle içindeki insanlar. Sürekli, değişen Status'leri ile düzüşken arılar gibi +300 yeni haberin içinden fırlıyorlar. Hey! Biz buradayız, Kraliçe Arıyla! Ve sonra ayrıldık! Yeni bir kovana!

Ah, bir de msn var. Benim msn'im. Benim messenger'ım. Bill Gates'in değil, öyle bir şeyi Windows yapmadı. Benim messenger'ımda güncelleme, sürüm diye bir şey yoktur. Kendi kendini evrimleyen bir yazılımdır. Çeşitli korsan eklentilere bulaşmadan, kendi içinde kendi official dalgalarını belirler. Kendince evrimleşir. Bu özgürlük ve rahatlığında etkisi ile (evrimleşirken bu noktaya dikkat etti mi bilmiyorum ama) s.kinin keyfine göre ileti gönderir, ileti alır. Paşadır, Bey'dir benim Msn. Bill Gates kontrole gelse, siklemez.

Ağzımda Francis Black çığlıkları varken, nasıl mutlu olabilirim daha fazla bilmiyorum. Bir başka playlistler duruyor artık mediaplayer'ımda. Bambaşka adamları dinler oldum. Random giydiriyorum mediaplayer'ı, abuk subuk parçalarla. Yine de, Matt Bellamy'nin, Francis Black'in, Thom Yorke'un, Chris Martin'in koltukları hazır her zaman. Kusturuna kadar söylüyorlar.

Bu aralar, ağzımda hiç geçmeyen bir kusmuk tadı var üstelik. Ne yaparsam yapayım, arabanın penceresinden sarkıp, başımı klozete sokup, kendimi tavana ayaklarmdan asıp, yüz üstü yatıp kusmak istiyorum. Kahvede, yemekte, hatta kendi etimde bile kusmuk tadı var. Thumblr, Twitter, Deviantart bir araya gelip, Blogger'ı öldürdüler, belki bu yüzdendir bu hissiyat. Biz yazarlar, son dualarımızı ediyoruz galiba. Bir tek ceren vardı ki, dualarıma eşlik eden. Artık o da, görünmüyor. Sınavlar işte, hep sınavlar... Belki de sınavlardandır kusmuk...

Son sözüm ise; Status'un in relationship olan insanlaradır. Uzak durun benden bir süre. Görünmeyin bana, göndermeyin ne ileti, ne video, ne mesaj. Uzak durun yeter ki, sizin ikileminiz şizofren ediyor beni. Yalnız beynimi bölüyor, sağ lobumu, sol lobuma düşman ediyor. Kusturuyorsunuz beni...


Bu parçada adı geçen adamlardan istediğinizi dinleyin.

19 Şubat 2010 Cuma

Lalalalalalallalala!

"Hayatını plansız bir şekilde yaşayan birinin, plan yaptığı bir gün, mahvolmaya mecburdur. Aksi takdirde, tanrı dünyayı insanın başına yıkar."

-Anonim.

Hiç bir teklifin bulunmadığı, gidiş gelişlerden ibaret yaşantıda, arka arkaya gelen teklifler ve ayarlamalar içerisinde, en çok önem verdiklerini kafadan, düşünmeden seçmek var ya. İşte o şıklar, kesinlikle hatalı oluyor. Bir hatunun evini ve 12 yıllık viskiye, koca bir siktir çekip, kankalarla takılma sevdası var ya. Sonra o kankaların, gider ayak üstünüze indirim etiketi vurması pek bir fenadır.

-Kanka banyodadır.
-Kankanın misafiri gelecektir veyahut gidecektir.
-Kanka müsait olunca arayacaktır. (Ama aramaz. Anlamanı ister.)
-Kanka saat 8.30'da uyur. (ki bu kanka normalde sabah 3'ten evvel yatağa girmez.)
-Kanka'nın başı ağrır.
-Kanka ani bir hastalığa tutulur.

Neyse neyse, örnekler çoğaltılabilir de, biz yaşadıklarımızdan örnekleyelim gerçekçi olsun. Dönüşü olacak ne de olsa...

Sonra adam sıkıntıdan, icky thump dinleyerek delirir.

2 Şubat 2010 Salı

God Put a Smile on My Face

Tanrım bana başlamak için güç ver.
Ama bu gücü vermeden önce yeni bir hedef istiyorum senden. Seçimini bana bırakma, yapamıyorum. Biliyorsun, herkesi bildiğin gibi, beni de çok iyi biliyorsun. Ucu açık kalmasın, bir kez daha hiç bir şey vermeden almayı istiyorum. Birinde, bazen utanıyorum dediğimde, "Utanma, o hep verendir. Sana ihtiyacı yok ki." demişti... Doğru demiş değil mi?

Tanrım başlamama izin ver. Bir Blogger hesabın var mı bilmiyorum ama bu yazıyı insanlar okumadan, sen okuyor ve biliyorsun. Hatta, yazdıklarımı bile şekillendirmeme yardımcı oluyorsun. Bu monotonluğun içinde, küçük bir ışık ver yeter. Sonra biraz güç, ben ona ivme kazandırabilirim. Buna inancım tam...

Bir kız arkadaş istemiştim ve sen küçük bir ışık yakmıştın benim için, evrenin bir ucunda. Şimdi yeni bir uğraş, ucu açık kalmasın deyipte yarım bırakmıştım ya. Güzel bir uğraş olsun, tüm bu monotonluğun üstüne, kötü şeylerle test etme beni. Ahirete saklıyorum kendimi tökezlemeyeyim diye.

Bir uğraş, iyi bir uğraş, değişiklik gerek. Olumlu yönde, sevebileceğim bir şeyler ver lütfen. Yüzüme bir gülümseme koy, biliyorsun hoş bir gülümsemesi olan biri değilim. Gülümsediğimde yüzümü sevmiyorum, belki de bu yüzden ya ciddi duruyorum ya da kahkaha atıyorum. Arası yok, hoş bir gülümseme sadece. O bile yeter.

Ah bir de, yapacak bir şeyler artık. İş dışında, kendime yeni bir uğraş. Tırmanacak merdivenlerim var, başarıyla birlikte gelecek. Belki bir kız arkadaşım olmayabilir, onu da geçtim ya.

Lütfen.

Where do we go, nobody knows
Don't ever say you're on your way down, when..
God gave you style and gave you grace
And put a smile upon your face...

28 Ocak 2010 Perşembe

Sucukla Kafa Olan Adam



Kafalar güzel, bir mersin sabahı, şehrin etrafını saran sisten azâd olmuş bir şekilde, kendimizi dağlara vurmuştuk adeta...

Her gün yaptığım gibi iğrenç bir şekilde sabahın sekizinde uyandım ama amaç farklı olunca yaptığın o uyanma işine katlanabiliyorsun bir nebze. Yetişememe derdi, yerinde duran bir iş yerinden öte, hareket eden bir araç olunca, ister istemez yatakta kıvranmaya vakit bulamıyorsunuz. Gözünüzü açtığınız gibi fırlıyor, ne bulduysanız üstüne giyiyorsunuz. Ah bir de, bambaşka şehirlerden gelip, hiç uyumadan buluşmaya katılanlar var ki, tanrı onları kutsasın.

Uyandıktan sonra yetişemeyeceğini farkederek, parayı çekmek için diğer bankaların aldığı ek ücrete lanet edip, "Ver ulan!" diyerek çektiğiniz o paranın değerini hesaplamıyorsunuz bile. Her gün ki yemek parasından öte, bu yaşamak için ödediğiniz bir bedel. Eğlenmek, sosyalleşmek, eski dostlarınızla buluşmak için kendinizden bir şeyler verdiğiniz an. Her şeyi ile değer doğrusu...

Uyandıktan sonra mahmur gözlerle, "Ne zaman varacağız." tarzında sözcüklerle, herkesin yaptığı gibi bir pikniğe, bir meçhule gidilirken söylenen o sözcüklerle sürekli sorulan sorulara maruz kalırken, kendime söylediğim tek şey; "Akşam dönerken, ne çabuk geçti zaman diyeceğiz." Dedim. Bak işte öyle oldu ki bunları yazıyorum.

Yapılan mangal, açılan içkiler, bira bardağının altı ile ezilen sucuk bile mükemmeldi her haliyle. Sayımız azdı ama ruhumuz vardı, her an bile bulduğumuz herşey ile sayımıza inat bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Bulduğumuz dürbünle, tüfekle fotoğraf çekilmekten tutun, elliiki destesi ile eşli pişti, batak oynamaya kadar...

Ayrıca, Ayça'mın doğumgünüydü. Pastayı keserken, uyumama ve hatırladığım kadarıyla, "İiki doğdun Ayçaaağğ.." diyerek alkış tuttuktan sonra 'yine' uyumama rağmen, bi şekilde onlarca, yüzlerce, binlerce izin günüme rağmen, pekte güzel günüm için tüm Ortaokul arkadaşlarıma buradan selam mı iletsem, öpücükler mi göndersem bilemedim.

Her halükarda, kendilerini sevdiğimi, bu tarz girişimlerde bulunmamız gerektiğini hatırlatacağım zaten. Böyle her boş anımızda, bir arada bulunup, yılların getirdiği yaşlılığa inat, gerekirse çocuklarımızla "Biz Çankaya 2002 Mezunuyuz ULAN!" diyerek bir araya gelmeye devam edersek, nassı da güzel olur, nassı da şeker olur, bi bilseniz...

Çok pis kafalardayım, Orkun (Orkhun muydu lan yoksa :P) ile eve dönüşümüzde, adamı eve dönerken Beşiktaş harici bildiğim tüm takımlara (ki buna brezilya milli takımı da dahil.) etmediğim küfrü, sövgüyü bırakmadım Mersin'in göbeğinde xD

Kendinize mukayet olun ey mezundaşlarım, arasıra bi haber edin, sevindirin beni, bizi... Mangal yalan olur derken, bir parçası olduk lakin pekte güzeldi. Şubat'ı sabırsızlıkla beklemekteyim... =)

21 Ocak 2010 Perşembe

Dörtiki

4-2

Bu herhangi bir maddeyi takip etmeniz için yazılmış rakamlar dizisi değil. Hatta, herhangi birşeyin şifresi de değil. Çok gariptir ki, hayatta her an elimizin altında, gözümüzün önünde olan şeylerin üzerinde yer alan ve bugüne dek hiç görmediğimiz, zekice yerleştirilmiş küçük imgeler ve işaretlerden biri sadece. Usturamı elime alıp, jilet yerleştirmeye hazırlanırken, jiletin uçlarındaki rakamlardı. Başta anlam veremesem de, sonradan meraklanıp kırılmış diğer uca baktığımda, sıra belirttiğini farkettim.

Bu basit bile olsa, bunun gibi ne ayrıntıları kaçırıyoruz ya, ona yanıyorum.

Yeniden, Stealers Wheel parçaları eşliğinde tıraş olmaya başladım. Bu bana Rezervuar Köpekleri'nin bana kazandırdığı bir huy. Nedense, Tarantino'nun o mükemmel uyumunun bir başka örneği işte bu da...

Mos Def dinliyorum bunları yazarken. Şarkının adı; Supermagic... Şu Selda Bağcan'ın farkında olmadan düet yaptığı parça. Alttan alttan, "Nooğlur, nooğlur!" diye söylediği parça vardı ya, o işte. Ayrıca, elemanın parçaya besmele ile başlamasını da ayrı bi garipsedim. Parça Grammy'e adaydı en son, n'oldu hatırlamıyorum. Haberlerde kültür bakanlığı, Selda Bağcan'ı Grammy'e göndersin dediler de... Neler oldu, bitti bilmiyorum. Mos def sağolsun, Selda Bağcan'da dinlemiş olduk.

Extratruffle'ı blog listeme ekledim. Kendisi Blogger, Twitter, Facebook üçgeni içerisinde başarılı işler gerçekleştiren, denişik fotoları ve süpersonik yorumlarıyla insanı, bi acaibleştiren bir kimse. Kimse diyorum, çünkü kendini ne fotoğrafçı, ne yazar gibi tanıtıyor. Onun stili saçmalamak... En azından o buna, böyle diyor. Tam bi TN havasında, ne lawful, ne de kaotik... Bi garip, bi değişik.. Lakin tavsiye edilesi blog'una, benim blogumun sağ tarafında bulunan "Blog Listem" adlı kısımdan ulaşabilirsiniz...

Ee arada köprü görevi görüyorsak eğer, geçiş ücreti almak lazım :P

Gel gelelim, son günlerin boşluğa. Son 2 hafta içerisinde, geçirdiğim çok güzel bir gün dışında, hep aynıydım. Değişik şeyler yapmaya çalışsam bile başarılı olamıyorum, ta ki benimle birlikte başka bir şeyler yapmak isteyen birileri olana dek. Farkettim ki, insan kendi başına bi çeşitlilik, bi değişiklik yaratamıyor. Kendi kararlarını etkileyen başka faktörler olmadıkça, aynı şeyi tekrar edip duruyor. Sağolsun kendisi, bana güzel bir gün yaşattı. Aynı şekilde, ben ise her zamanki gibi elimden gelen için çabalayıp durdum. Tabii, sınav sonuçları henüz gelmedi =)

Msn'de herhangi bir aksiyon olmadığı takdirde, birileri ile konuşmuyorum artık. Bunda keyfine göre hareket eden mesincırımında etkisi yok değil tabi ama biraz da bende var. Belki de insanlar sıkıldı benimle konuşmaktan, ben farkında değilim. İşte, bir kez daha insanlar olmayınca günlerin ne kadar boş geçtiğini kavradım.. Murad, Tufan, Hazar.. Yetişin imdadıma.

Ama tüm bu yaşananların yanı sıra, insan bir şeyler yapmaya çalıştığı zaman başarısız oluyor gibi bir düşünce oluştu kafamda. Plansızlık en güzel plandır düşüncesini savunmuyorum ama beklentili olmamak gerek. Bir de insanın kendisi ile mutlu olması gibi bir şey söz konusu. Yine de yanında birilerini istiyor... :/ Olsun lan artık!

İnsanın bir hedefi varken, başarması daha kolay sanki. En azından, hedefi olmadan bir şeyler yapmaya çalışmaktan çok daha iyi gibi. O kadar batıkmışım ki, artık dünyanın en zor hedefini bile gözüm kapalı 12'den vurabilecekmişim gibi geliyor. Maddi bir şey değil tabi ki, manevi, duygusal bişey bu.

Facebook her geçen gün, daha fazla abuk adama kucağını açıyor. Ve bu abuk adamlar (ya da kadınlar, kızlar) her geçen gün daha fazla abuk şey yapıyor. Töbe estağfurullah, WH40k Orkları misali mantar gibi türüyor bunlar. Ve öyle bir özgüven var ki, bu herifler bişeye inanırsa oluyor sanki..

Bknz: Zottirik facebook grupları. (Bulamadım örnek napiyim.)

Her geçen gün korkuyorum. Sırf bunlar yüzünden... Bu herifler yüzünden... Kendi için çok nadiren dua eden biriyimdir. Dua etmekten ziyade, Tanrı ile dertleşmeyi severim. Artık Zombie Apocalypse olsun diye dua ediyorum. Sırf bu herifler yüzünden!

Yandık! Yandık! Bize okul, bize yol, bize hayat, etme ağam, nooolur! noolur! noolur! nolur! :S

12 Ocak 2010 Salı

Sokaklar Tekin Değil




~ Yapmam gerekipte yapmadığım onca şey için, özür dilemeyeceğim. Çünkü; Henüz ölmedim!

~ Oturdum, yattım, kalktım, aynı şeylerin tekrarını yaptım ama yapmam gerekenleri yapmadım. Çünkü, yapmam gerekenleri büyük bir zevkle yaptığımda, farkettim ki beklediğim karşılığı alamadım. Sonra kızdım, sıkıldım, ilhamı kaçtı dişlilerin...

~ 'Neden ben?' diye sorma ey seçtiğim, bil ki fazlan vardır.

~ Hani an gelir de istersin ya bir şeyler yapmayı, o anda tüm engeller, yorgunluk felan unutulur ya. 'Nasıl yakalamıştık, saçlarından baharı' hesaabı... Bir yakalayamadım o anı. Bi yakalarsam...


~ Sinemaya gitmek ve gitmemek konusunda kararsızlık içerisindeyim. Film seçememek ayrı bir dert, gidecek birilerini bulmak ondan daha büyük bir dert. Her yere herkesle gidilmiyor ki yahu.


~ "Bugün neler yaptın?" sorusunu soracağınız insan, muhtemelen dünyanın en çılgın insanı ya da aşırı ortamcı bi insan olmalı ki, sorduğunuzda sizlere farklı cevaplar versin. Çalışan, okuyan, boş yatan farketmez, insanlara bu soruyu sorupta, "Aynı" dışında cevaplar beklemek ne gariptir...

Monoton lan işte?!

~ Birine iyi bir şeyler dedikten sonra, hoop o kişinin bunu farketmeden (ya da farkederek, önemi yok.) size çok abuk bi laf etmesi kadar kötü bir şey yok. Bu aralar bunu çok sık yaşamaya başladım. Paha biçme kabiliyetim ne düşükmüş...


~ Buraya bir şeyler yazmak için cırmalıyorum. Aslında anlatmak istediğim çok fazla şey var ama gel gör ki, buraya yazıp ortalığı karıştırmak istemiyorum. Zaten yeterince karıştı (!) Ortalık! Bir de biz bulandırmayalım. Sakin olsun bizim yazımız.. Açsın laleler beyaz...


~ Sakin derken, Chuck Norris geldi aklıma. Ne alakaysa, herhalde daima sakin olduğu içindir bilmiyorum. Ha bir de, Google'a girip; "Google Chuck Norris" yazın ve "Kendimi Şanslı Hissediyorum" a tıklayın ve sonuca bakın xD Ölümcül... :D

~ Bırakın hikayeyi, denemeyi, güzel cümleler kurmayı. Artık, iki kelimeyi bir araya getiremez oldum. Şunca yazdığım cümlelerde, mutlaka eksiklik, yanlışlık göreceksiniz. Uyarmayın, sövmeyin, düzeleceğim umarım yakında.


~ Güzel işler başaranları görüyorum. Sonra takip etmeye başlıyorum ve farkediyorum ki, aslında değişiyormuş gibi görünen her şey aynı. Hiç bir değişim yok, başta güzel gelen bir çok şey gibi işte. Sonradan sıkıntı veriyor. Güncellenme yok arkadaş...


~ Teşekkürler! Facebook'ta yazılan, eklenen, izletilen onca boktan şeye rağmen, arada bir, ele güne macun etmeden, hoş şeyler paylaşan insanlar var. Sizlere teşekkürler! Biliyorum bir yerlerde yaşıyor ve benim gibi, bizim gibi düşünüyorsunuz. Onlardan olmadığımızı biliyorsunuz. Size teşekkürler!


~Kalbim kırıldı bugün, olsun ama en azından bir değişiklik oldu. Kendi kendine atacağına, bir süre acısın bakalım. Yabancı değil katili...

~ Dışarda... Seni... Gördüm... Beni... Sordun... Bakarken... Acıtıyordun... So-kak-lar-Hiç-Te-kin-De-ğil!