21 Şubat 2010 Pazar

Kusm(a/u)k

Lilly! Lilly!

Neler oluyordu Lilly'e? Kimin umrundaydı ki? Şöfor koltuğunun yanında, önümdeki 38 derecelik camdan dışarıyı izlerken, eğer çarpmak üzere olduğumuz biri olsaydınız, ölmeden önce göreceğiniz son şey, bir gerizekalıya benzeyen yüzüm olurdu herhalde. Moron gibi bakıyordum, altımıza aldığımız yola. Teypte, Pink Martini 'Lilly' diye haykırıyordu...

İşten çıkmış her insan gibi, günümün kalanını değerlendirmeye çalışıyordum. Bundan sonra, mucize misali çıkıp gelecek arkadaşlardan birinin, tesadüf eseri, eve gidesim varken beni aramış olmasından sonra başlıyor tabii herşey. Lilly sonrasında bütün bunların...

Kendimi şehrin en kalabalık alışveriş dünyasına atıyorum, ki orası bir dünya, bir merkez ya da bir deniz feneri gibi bir şey değil, bir dünya. Oraya girip, en sevdiğim fast food dükkanından kendime, insanlık sınırlarını zorlayacak kadar yiyecek alıp, çalışan güzel kızın, bana bulduğu herşeyi yiyen bir Tarrasque'mışım gibi bakmasına katlanıyorum. Yiyeceğim onca şey ile birlikte gelen kararsızlığım, midesini bulandırıyor olmalıydı. Aldığı yüklü miktarda para bile, alaycı tavrını gizleyemiyor. Hayır, ben 64 kilo bir insanım. Boyuma oranla sıska bile sayılırım ama Tarrasque gibi yiyorum. İnsanlar buna şaşırır, ben ise şaşkınlıklarının içinde yemek yerim.

Tüm bunların üzerine içtiğim çay, Tanrı'nın yarattığı en güzel bitki sanki. Tanrı çayı kendi elleriyle ekip yetiştirmiş, porseleni kendi elleriyle perdahlamış gibidir. Hele ki, son günlerde gayreti içerisinde olduğum sigara bırakma çalışmalarında, ilk başarılı adımı atmış durumdayım ki, bu beni hiç ama hiç sevindirmiyor.

Yorucu temponun canı cehenneme de, boş kalan zamanlarını mecazi olarak değil, gerçek anlamı ile boş geçirmek kadar ölümcül bir başka şey var mı şu hayatta, düşünmek istemiyorum. Şu sigarayı tam anlamı ile bırakıp, spora başlarsam eğer; Ölene kadar durmadan koşmayı planlıyorum.

Her konuşmanın başında ve sonunda, bir Status mevzusudur gidiyor. Facebook'tan nefret etmeye başladım. Nefretimin sebebiyse, haliyle içindeki insanlar. Sürekli, değişen Status'leri ile düzüşken arılar gibi +300 yeni haberin içinden fırlıyorlar. Hey! Biz buradayız, Kraliçe Arıyla! Ve sonra ayrıldık! Yeni bir kovana!

Ah, bir de msn var. Benim msn'im. Benim messenger'ım. Bill Gates'in değil, öyle bir şeyi Windows yapmadı. Benim messenger'ımda güncelleme, sürüm diye bir şey yoktur. Kendi kendini evrimleyen bir yazılımdır. Çeşitli korsan eklentilere bulaşmadan, kendi içinde kendi official dalgalarını belirler. Kendince evrimleşir. Bu özgürlük ve rahatlığında etkisi ile (evrimleşirken bu noktaya dikkat etti mi bilmiyorum ama) s.kinin keyfine göre ileti gönderir, ileti alır. Paşadır, Bey'dir benim Msn. Bill Gates kontrole gelse, siklemez.

Ağzımda Francis Black çığlıkları varken, nasıl mutlu olabilirim daha fazla bilmiyorum. Bir başka playlistler duruyor artık mediaplayer'ımda. Bambaşka adamları dinler oldum. Random giydiriyorum mediaplayer'ı, abuk subuk parçalarla. Yine de, Matt Bellamy'nin, Francis Black'in, Thom Yorke'un, Chris Martin'in koltukları hazır her zaman. Kusturuna kadar söylüyorlar.

Bu aralar, ağzımda hiç geçmeyen bir kusmuk tadı var üstelik. Ne yaparsam yapayım, arabanın penceresinden sarkıp, başımı klozete sokup, kendimi tavana ayaklarmdan asıp, yüz üstü yatıp kusmak istiyorum. Kahvede, yemekte, hatta kendi etimde bile kusmuk tadı var. Thumblr, Twitter, Deviantart bir araya gelip, Blogger'ı öldürdüler, belki bu yüzdendir bu hissiyat. Biz yazarlar, son dualarımızı ediyoruz galiba. Bir tek ceren vardı ki, dualarıma eşlik eden. Artık o da, görünmüyor. Sınavlar işte, hep sınavlar... Belki de sınavlardandır kusmuk...

Son sözüm ise; Status'un in relationship olan insanlaradır. Uzak durun benden bir süre. Görünmeyin bana, göndermeyin ne ileti, ne video, ne mesaj. Uzak durun yeter ki, sizin ikileminiz şizofren ediyor beni. Yalnız beynimi bölüyor, sağ lobumu, sol lobuma düşman ediyor. Kusturuyorsunuz beni...


Bu parçada adı geçen adamlardan istediğinizi dinleyin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder